1 Kasım 2020 Pazar

 

TOPLUMUMUZ ARTIK SADECE ERGENLERDEN OLUŞUYOR?*

 

“Çocuklar İktidarda” kitabının yazarı İsveçli Psikiyatrist David Eberhard, liberal yetiştirme tarzının hem çocuklara hem de anne babalara zarar verdiğini söylüyor.

 

Röportaj: Jeannette Otto

Çeviri: Zeliha Eliaçık

Die Zeit: En son ne zaman çocuklarınızla bir restorana gittiniz?

David Eberhard: Çok uzun zaman olmadı, neden soruyorsunuz?

Die Zeit: Çünkü pek çok restoran sahibi nasıl bir lokantada nasıl davranılacağını bilmeyen  çocuklu ailelerden bıkmış durumda. Hatta bir lokanta ailelere girişi yasakladı. Üstelik bu çocukları seven bir ülke olan İsveç’te oluyor.

Eberhard: Bunu gayet iyi anlıyorum. Bağıran, etrafa içeçekleri saçan, ortalıkta koşuşturan ve 5 derece soğukta bile kapıları açık bırakan çocuklar oluyor. Üstelik anne babaları da yanlarında oturuyor ve çocuklara müdahele etmek akıllarından bile geçmiyor.

ZEIT:  Neden kimse uyarmıyor peki?

Eberhard:  Kimse böyle bir şeye cesaret edemiyor ki. Ebeveynler çocukları uyarıldığında ya da eleştirildiğinde tatsızlık çıkarabiliyorlar. Eskiden çocuk terbiyesi konusunda ortak değerlere sahip bir yetişkin topluluğu vardı. Bir çocuk edepsizlik yaptığında yanına gidilir buna son vermesi istenirdi. Artık böyle bir uzlaşı yok.Biz yetişkinler birbirimizin arkasında durmuyoruz, sadece çocuklarımızın tarafındayız.

Anne Babalar Çocuklarının En Yakın Arkadaşı Olmaları Gerektiğini Zannediyorlar. Onlara İtiraza Etmeye Cesaret Bile Edemiyorlar.

 

ZEIT: Yeni kitabınız “Çocuklar İktidarda” yakında Almanca olarak yayınlanacak. Kitapta özgürlükçü ve libral çocuk yetiştirme ekolünün başarısız olduğunu söylüyorsunuz. Neden?  

Eberhard: Çünkü anne babalar günümüzde artık sorumlu birer yetişkin gibi davranmıyor. Çocuklarının en yakın arkadaşları olmaları gerektiğini zannediyorlar. Çocukla eşit bir ilişki kurmaya çalışıyor, kural koyamıyor, onlara itiraz etmeye cesaret bile edemiyorlar. Bir anne baba sorumluğunda kararlar almak yerine, çocukları gibi “asi” ve “cool” olmak peşindeler. Toplumumuz artık sadece ergenlerden oluşuyor.

ZEIT:  Nerede tatil yapılacak, evde hangi yemek pişirilecek, nereye tatile gidilecek? Gerçekten de Alman anne babalar bunların kararını çocuklara mı bırakıyorlar?

Eberhard: Pek çoğunun bu satırlarda kendini bulduğuna eminim. Anne babalar çocuklarının yetişmesiyle ilgili sorunları dışarı yansıtmaktan hoşlanmıyor. “Bizde her şey yolunda, hiç bir sorun yok.” diyorlar. Gerçekte ise sürekli vicdan azabı içindeler, çünkü sürekli bir şeyleri yanlış yaptıkları hissine kapılıyorlar. Akşam yorgun argın eve geliyor, çocuk ne isterse onu pişiriyorlar. Çünkü tartışmaya halleri yok. Çocukların önceden kararlaştırılan süreden daha uzun müddet televizyon izlemesine izin veriyorlar, çünkü biraz rahat etmek istiyorlar. Ben sadece şunu söylüyorum: Çocukları hayatınızın merkezine koymanıza gerek yok. Üstelik siz böyle yapıyorsunuz diye çocuğunuzun ileride daha rahat bir hayatı veya daha başarılı olacağına dair bilimsel hiç bir kanıt da yok!

ZEIT: Sizin de altı çocuğunuz var. Ailenizde kararları kim verir?

Eberhard: Ben veririm.

ZEIT: Demokratik bir  aile yapınız yok o halde?

Eberhard:  Ailenin  demokratik bir kurum olması gerektiğini düşünmüyorum. Ebeveynler ve çocukları arasındaki ilişki, asimetrik bir ilişkidir. Usta – çırak ilişkisi gibi. Biri öğretiyor, diğeri dinliyor. Anne babalar pek çok konu hakkında çocuklarından daha iyi bir değerendirme yapabilirler. Çünkü daha çok tecrübeye sahipler. Bu yüzden kuralları da onlar koymalı.

ZEIT:  Nasıl oluyor da çocuklarınızı İsveç toplumu gibi liberal bir ortamda böylesi katı ve otoriter bir terbiyeyle yetiştirebiliyorsunuz?

 Eberhard: Diğer ebevenlerden çok da farklı davrandığım söylenemez. Yoksa çocuklarım zor durumda kalırlardı. Onları askeri bir otoriter terbiyeyle büyütsem olmazdı.

ZEIT: Kendinize hakim oluyorsunuz yani?

Eberhard: Hayır, idare ediyoruz. (gülüyor) Belki bazı okuyucular “Bu adam askeri terbiye istiyor, dayak cezasından bile yanadır.”, diye düşünebilirler. Ancak böyle bir şeyi hiç yazmadım. Asla çocukların dövülmesinden yana değilim.

ZEIT: Son bir kaç gündür Almanya’da Papa’nın “ufak bir şamarın çocuk terbiysinde kabul edilebilir olduğuna” dair sarfettiği ifadeler tartışılıyor. Kitabınızda, otoriter şekilde yetiştirilen çocukların, hatta dayak yiyen çocukların bile ileride daha kötü bir hayat yaşadıklarına dair bilimsel hiç bir veri yok diyorsunuz? Papa’ya ne kadar katılıyorsunuz?

Eberhard: Bu konuda kesinlikle katılmıyorum. Ben sadece çocukların  içinde bulundukları toplumun değerlerine uygun yetiştirilmelerinin önemli olduğunu söylüyorum. Dayağın kabul gördüğü toplumlarda bu çok da travmatik bir etki yapmaz. Buna karşın Batılı toplumlarda ebeveynler, çocuklarına yönelik en ufak bir eleştirinin bile onlara zarar vereceğini düşünüyorlar. Örneğin bir anne ergenlik çağındaki kilolu kızına “Çok çikolata yersen şişmanlarsın.”  demeye bile çekiniyor. Çocuğun yememe hastalığına yakalanacağından korkuyor. Çocuklara porselen bebek muamelesi yapılmamalı. Onlar düşünüldüğünden çok daha güçlüler.

Eberhard yeni kitanında ebeveynlerin korkularını işliyor. Genç  anne babalar için ortada hiç bir ciddi tehlike yokkeni, pek çok yeni korkunun ortaya çıktığını söylüyor. Psikiyatrist yazar, pek çok örnekle modern ebeveynleirn çelişkilerini ortaya koyuyor.. Pek çok uluslararası araştırmadan da örnekler veren yazar, anne babaları davranışlarını sorgulamaları için adeta provoke ediyor Örneğin ileride zorluklarla mücadele yetisini kazanmaları için çocuklara daha küçük yaşta aksilikler ve tersliklerle baş etmenin öğretilmesi gerektiğini söylüyor.

Sürekli İşaret Parmağını Sallayan Uzmanlar Büyük Bir Sorun

ZEIT:  Katı bir terbiyenin çocuklara zarar vereceği düşüncesi nereden kaynaklanıyor?

 

Eberhard: Benim izlenimlerime göre bunun sorumlusu “uzmanlar.” Ebeveynlere hep söylüyorum:  Fazla başvuru kitabı okumayın.

ZEIT:  Sadece sizin kitabınızı okusunlar bu yeterli, öyle mi?

Eberhard: Beni bunla itham edebilirsiniz tabii... Ancak mesela John Bowlby’nin bağlanma teorisi uzmanlar tarafından aşırı şekilde yorumlanıyor. Bunun sonucunda  aileler örneğin  “Çocuğumu anaokuluna verirsem benden çok anaokulu hocasıyla vakit geçirir, bu da çocuğuma zarar verir. “düşüncesine kapılmaya başlıyor. Ben şimdiye kadar annesinden çok ana okulu hocasına bağlanan bir çocuk hiç görmedim.

ZEIT: Danimarkalu Jesper Juul’un seminerlerinde salonlar dolup taşıyor. Başarısını neye borçlu sizce?

Eberhard: Doğru zamanda geldiği ve terbiye konusunda boşlukları doldurduğu için. Artık kimse otoriter bir terbiyeden yana değil. Her istediğini yapsın da pek makbul bir tarz değil…İlk kitabı “Yetkin Çocuk” tamamen dipnotsuz ve referanssız yayınlandı. Ama bu anne babaların umrunda bile değil.  Birden baktık ki herkes “Çocuk cezalandırılmamalı ama ödüllendirilmemeli de.” demeye başladı..

ZEIT: Ödülledirilmemeli mi?

Eberhard: Bunu sadece Juul da söylemiyor üstelik. Eğer kızım bana yaptığı resmi gösterdiğinde en fazla “ Hımm, demek bir resim, ne ilginç! Resim yapmak seni mutlu ediyor mu “ diyebilirmişim. İyi ama ne bu tepki ne de bu iletişim sahici değil!  Üstelik böyle düşünmüyorken neden rol yapayım ki! Anne babalar artık onları utandırmamak ve güven duygularını sarsmamak için çocuklarına bir şey söylemeden evvel bin kez düşünürlar. Uzmanlarla ilgili sorun şu. Anne babalara işaret parmağını sallıyor ve  neyi nasıl yapmaları gerektiği  konusunda akıl veriyorlar. Tutunacak bir şeyler arayan ebeveynler de çabucak dogma ve ideolojilerin etkisi altına giriyor ve bundan kurtulamıyorlar.

ZEIT: Çocukları korumanın nesi kötü?

Eberhard: Aşırı korunaklı büyümeleri kötü. Eğer yetkin bir çocuk yetişitmek istiyorsak, bu çocuk okula yalnız gidebilmeli. Altı yaşında bir çocuk trafiği yoğun bir şehirde bile bunu yapabilecek yetkinliktedir. Anne babalar bir yandan buna müsaade etmiyorlar ama aynı zamanda çocuklardan kendi başlarına karar vermelerini ve yetişkinlerle eşit göz hizasında konuşmalarını bekliyorlar. Çoğu ebeveyn çelişkili ve tutarsız davranıyor. Çocuklarını neyin teşvik edeceğini gelişimini ilerleteceğini ve neyin onları aşacağının ayrımına varamıyorlar.

ZEIT: Bu durumun ne gibi sonuçları oluyor?

Eberhard: Çocuklara “Hayatta başına hiç kötü bir şey gelmeyecek, ben her zaman yanındayım, dünyanın merkezi sensin” şeklinde davranarak yetişkin hayatına onaları hazırlamış oluyoruz. Psikiyatri kliniğim sırf kız ya da erkek arkadaşı ilişkiyi bitirdi diye ya da köpeği öldü diye bana gelen genç yetişkinlerle dolu. Çok basit bir acıyla dahi başedemiyorlar…

Eberhard kliniğinde çok sık rastladığı bir durumu aktarıyor: Yolunda gitmeyen bir şeyler var. Anne babalar çaresizliklerine tıbbi ve bilimsel cevaplar arıyorlar. Örneğin çocuklarına ADHS teşhisi alınca rahatlıyorlar. Çünkü böylelikle çocuklarının davranışı için bir açıklama bulmuş oluyorlar ve kendilerini suçlu hissetmiyorlar. Çocuklarının yorgun, sinirli ve hiperaktiv olmasına şaşırıyorlar ama onları daha erken yatağa göndermek ya da ergen çocuklara gece yarılarında bilgisayarla oynamayı yasaklamak akıllarına gelmiyor.

SAKIN BİZİ TAKİP ETMEYİN!

ZEIT: Almanya uzun sure çocuk bakımı ve eşitlik konularında İsveç’i izledi. Şimdi siz bize “ Sakın bizi takip etmeyin! “ diyorsunuz!

Eberhard:  Evet, çünkü biz sınırı aştık. Özgürleşme meselesi kontrolümüzden çıktı. Eşitlik ve eşit haklara sahip olma meselesi de toplumsal bir dogmaya dönüştü. Çocuklarımızı daha 1 yaşında kreşe veriyoruz. Anne ve baba çalışıyor; olabildiğince eşit şartlarda, olabildiğince çok ve mümkün olduğunca eşit pozisyonlarda. Biri diğerinden geri kalmak istemiyor. Çocukluğumuzdan beri bize iş ve çalışma hayatının insan olmanın tek yolu olduğu öğretiliyor. Anne babalığın bizzatihi, kendi başına bir değeri yok artık.  Ebeveynler  kimin kaç saat evde kalacağı ve  kimin ne kadar çalışacağı konularında birbirlerine açıklama yapma ve ikna etmek zorunda.

Telefon çalıyor. Eberhard’ın eşi telefonda. Çamaşırları asması ve en küçük oğullarının yatak çarşafını değiştirmesi gerekiyormuş. Psikiyatr bu işleri halletmek için röportaja ara veriyor.

ZEIT:  Bir kadın evde daha uzun sure kalsa nasıl olurdu?

Eberhard: Bunu artık hiç bir kadın yapamaz ki. Yaparsa büyük suçlamalarla karşılaşabilir. Çabucak kadın cinsine ihanet etmekle, tepkisel veya eski moda olmakla suçlanabilir.

ZEIT: Cinsiyetten ari nötr şahış zamiri “Hen” resmi olarak İsveç diline girdi. Bununla çocuklara she ya da he yani cinsiyet belirtici şahıs zamiriyle hitap edilmesinin önüne geçilmek isteniyormuş.

Eberhard: Bu çocukların istismar edilmesidir esasında. Allah’tan şimdiye kadar çok az okulda kullanılıyor. İşte bu eşitlemeci anlayış, çocukların gelişimine dair biyolojik pek çok gerçeği ve farkı görmezden geliyor. Ergenlik çağındaki erkek çocuklarının ciddi sorunları var. Okullarda ne yapacaklarını bilemez halde çaresiz dolaşıyorlar, zira artık kimse onlara erkek çocuğu gibi davranmıyor.

ZEIT: İsveçli okullar uluslararası sıralamada bu yüzden mi aşağılara düştü?

Eberhard:  Sadece bu değil. Öğtetmenlerden kaynaklanan sorunlar da var. Öğretmenlerin itibarı yerlerde sürünüyor. Evde anne babalarını dinlemeyen çocuklar  bu kez okulda da öğretmenleri dinlemek istemiyor. Sonuç; başarı grafiği düştükçe düşüyor .İsveçli öğrenciler Pisa-Araştırmasına göre okulu asmada, öğretmenlere hakarette ve vandallıkta bir numaralar. Ha unutmadan kendilerine güvenleri de tavanda!

ZEIT:  Sürekli bakım ve ilginin merkezinde olan çocuklar için çok tipik bir durum.

Eberhard:  Evet,  işte bu “dünyanın merkezindeki çocuklar” sonra İsveç televizyonunda yayınlanan “İdol” gibi yarışma programlarına gidiyorlar. Buralarda yarının starları yldız şarkıcıları aranıyor. Bakıyorsunuz buraya katılan bazıları şarkı bile söylmekten aciz. Ama bunun farkında bile değiller. Ve Jüri şaşkın halde soruyor: “Kimse şimdiye kadar sana şarkı söyleyemediğini söylemedi mi?”

ZEIT:  Anne babaları bunu söylemek için çok korkaktılar belki de?

Eberhard: Onlar zavallı çocuğu travmatize etmek istemiyorlar, güya! Ama bu şekilde sadece arsız ve şımarık çocuklar yetiştiriyorlar. Kendi yetenekleri ve kendileri hakkında tamamen yanlış bir resme sahip olarak büyümüş çocuklar bunlar. Sadece çocuklara odaklanan bir terbiye tarzının dünyanı en iyi çocuk yetiştirme metodu olduğu söylenemez. Öyle olsaydı çocuklarımız bizi dünyanın başka yerlerindeki anne babalardan daha çok severlerdi, ama durum hiç de öyle değil. Çocuklarımız biz yaşlanır yaşlanmaz ve zayıf düşer düşmez bizleri huzur evlerine tıkıyorlar! Başka ülkelerde aileler birbirne daha bağlı ve oralarda yaşlı anne babarın hala bir kıymeti var.

* Bu röportaj, 26 Mart 2015 tarihinde Alman Die Zeit gazetesinde yayınlanmıştır. Tekrar içeren az sayıdaki ifade anlam örgüsünü bozmayacak şekilde çıkarılmış, başlıklar yeniden düzenlenmiştir.

10 Mart 2017 Cuma

"GÖKYÜZÜ NEDEN KARANLIKTIR?" VEYA İZAFİYETİN GÜZELLİĞİ.

"Gökyüzü neden karanlıktır?"
 Veya izafiyetin güzelliği.

Bu üç kelimeden oluşan basit soru cümlesini alıp, üzerine devasa bir elbise oturtmaya çalışmak nedendir?
Sırasıyla gidelim. Gökyüzü nedir? O sonsuz bir boşluktur. Çeşitli gök cisimleri de hız ve kütlelerine uygun ve orantılı biçimde hareket ederler, bu hareket de bilinebildiği kadarıyla dairesel veya dairenin türevleridir.
Karanlık ne demektir? Tersini sorarak cevaplayalım. Aydınlık ne demektir? Her iki sorunun da cevabı aynıdır. Gözümüze gelen ışıktır. Eğer gözümüzdeki mekanizmayı uyaracak miktarda ışık ışını gözümüze geliyorsa “aydınlık” (veya aydınlığın çeşitli miktarları), yeterli ışık ışını gözümüze gelmiyorsa “karanlık” var deriz. Gökyüzünden güzümüze ışık gelmiyorsa “karanlık” deriz. Peki, neden gökyüzü bazen aydınlık bazen karanlıktır? Bazen güneş ışığı çevremizdeki cisimlerin üzerine düştükten sonra (eğer uygun açıda isek) yansıyarak gözümüze gelir ve o cismi “görürüz”. Ama ışık yoksa yansımada olmaz, o zaman cisimleri görmeyiz yani “karanlık” olur. Sonuç; Karanlık diye bir şey yoktur, olan “ışığın yokluğudur”.
Yoğunluk nedir? Genel anlamda yoğunluk “birimin ihtiva ettiği vakıa”dır. Bu genel tanımı biraz daha daraltalım. Üç boyut için bir açıklama yapmaya çalışırsak mesela; “1 metreküp hacim içerisindeki suyun ağırlık olarak miktarına, 1 ton diyelim” şeklinde bir kabul yapmıştır bilim insanları. İki boyut için bir örnek vermek gerekirse “metrekareye 10 kg. yağmur yağdı” dersek bu yağmurun “yoğunluğu”nun 10 kilogram olması demektir. Tamam güzel… ama… Bu bir metre de ne şimdi? Neden bir metre ”1m.”dir? Evet, izafiyet içinde izafiyet… Neden bir daire 360 parçaya, ya da 400 parçaya veya ne bileyim 500 parçaya bölünmüştür. Bunu kim, ne için, neye dayanarak yapmıştır? Mesela ben bir daireyi 52 parçaya bölelim ve her bir parçasına da 1 derece diyelim desem ne olur ki? Roma İmparatorları aylara isimlerini verdikleri gibi, ya da yılın başlangıcını Hz. İsa’nın doğduğu gün sanan saflar aslında bunun pagan inançlarına göre (tabiata tapanların dini) düzenlenmiş bir tarih olduğunu sandıkları gibi mesela? Mesela dünyanın çevresini (ekvatorunu) 40 milyon parça yerine 20 milyon parçaya bölsek daha iyi olmaz mı? Böylece bir metre daha uzun olur ( Bu boyumu da daha kısa mı gösterir yoksa?).
Gökyüzündeki ışık kaynakları birbirlerinden çok uzaktırlar. Bir ışık kaynağından çıkan ışık ışınlarının hiç birisi diğeri ile paralel bir doğrultuda hareket etmediği için kaynağından uzaklaşan ışınlar aynı zamanda birbirlerinden de uzaklaşırlar. Böylece bir cisme çarparak yansıdıklarında eğer o cisim üzerine birçok ışık ışını çarpıp yansımışsa yani birim alan üzerine çok fazla ışık ışını düşmüşse, yani ışık yoğunluğu bizim gözlerimizin ve beynimizin algılayacağı miktar ve türdense o cismi veya o ışık ışının kaynağını görebiliriz. Ama ışık kaynağı bizim gözümüze çok uzaksa veya yansıtan cisim gözümüze çok uzaksa veya ışık kaynağı yansıtan cisme çok uzaksa ışık yoğunluğu da az demektir, yani gözümüz bunu göremeyebilecektir. Ya da (belki de) gözümüzün görmediği yerde ne bir yansıtan ne de bir ışık kaynağı yok demektir. Yani henüz onların ışığı bize gelmedi için biz onları göremiyoruz demek çok iddialı olur.
Platon “Devlet”te ve özellikle “Dialoglar”ında, cevapları ancak kendisinin istediği biçimde doğru olabilecek sorular sorarak istediği sonuçlara gidiyordu.  Ama bu metot artık uygulanmıyor (çocukları eğitmede belki).
Görmek optik bir olaydır. Ama gözlem, görmenin ötesinde birçok algı metotlarını da ihtiva eder.
Zamana gelince; Bu da insan beyninin tabiatı ve eşyayı anlama ve algılama çabalarının araçlarından birisidir. Aslında zaman yoktur. Hareket vardır. Hareketin olmadığı yerde ne zaman vardır ne de başka bir şey, mutlak boşluk ve yokluk vardır. Varlık bile yoktur. Sadece Allah vardır.
Saat zamanı ölçmez. Saat dediğin şey bir makinedir. Denizin dibinde de, Everest’in tepesinde de aynı çalışır. Bir enerji kaynağının hareket ettirdiği biçim verilmiş metal veya diğer maddelerden yapılmış parçaların hareket ettirilmesidir. Saati zamanın birimi yapan şey onu bizim öyle kabul etmemizdendir. Zamanı biz tanımlamışızdır.  Bundan dolayıdır ki dünyanın bir yılı 365 gün ama Mars’ın bir yılı 320 gündür.  Merkür’ün bir yılı 176 gündür. Yani yaşıt olan bir Merkür’lü ve Dünya’lı gerçekten yaşıt mı demektir?
Alev Alatlı bir kitabında tezini ispatlamak için soruyordu: Ova nerede biter, dağ nerede başlar, bunların sınırlarını kim nasıl çizer. Yani demek istiyordu ki siyahla beyaz arasında kesin net bir sınır yoktur, bunlar bir grilikle karışmıştır. Siyahın içinde beyaz, beyazın içinde siyah vardır.
Dağ nedir, ova nedir? Tabiatın böyle bir ayrımı yoktur. Bu ayrımları, tanımları, etiketleri biz veriyoruz. Dağ da yoktur, ovada yoktur. Muhakkak bir şey olacaksa bu coğrafi tanımlara dayanmayan bir matematik gerçeklik olacaktır. Doğrular vardır, eğimler vardır, dikler-yamuklar vardır. Ha senin paşa gönlün buna ister dağ der, ister ova, hatta yazın serin olsun diye yayla da diyebilirsin. Siyah siyahtır, beyaz da beyaz ve bu ikisi hiç bir zaman birbirine karışmayacaktır, Abdülvahid Yahya’nın dediği gibi “west  is west, east is east” (Allah ondan razı olsun).

Bütün bu yazı ve ardındaki düşünceler basit bir internet araştırması sonucu elde edilmiş yüzeysel bilgilerdir. Lise seviyesi aktüel, derinliksiz ve yanlış mesnetlenmiş ama derin manalar içerirmiş gibi görülen düşüncelere karşı bu kadarı yeterli olur sanıyorum.

31 Aralık 2016 Cumartesi

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ veya LİBERAL FAŞİZMİN OYUNLARI




 İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ veya LİBERAL FAŞİZMİN OYUNLARI
Yaklaşık elli metre yüksekliğindeki buz parçası devrilen bir yüksek bina gibi soğuk sulara yıkıldı ve büyük dalgaları halkalar yaparak okyanusa dağılmaya başladı.


Soğuk esen rüzgâr ve su zerrelerinden korunmaya çalışan adam elindeki mikrofonu ağzına yaklaştırarak buzulların hızla eridiğini anlatıyordu. Parlak renkli kutup ceketi, tüylü başlığı, yumuşak eldivenleri içinde görevini zorlukla ama fedakârca yapan bir “Gökkuşağı Savaşçısı” olarak bizleri yani rahat evlerinde umarsızca her türlü atık üreten insanları uyarıyordu.

Artık deniz bitmişti. Sera gazları, poşetler, pet şişeler dünyayı yaşanmaz hale getirmişlerdi.

Şu zavallı kutup ayısına bakar mısınız? 

Ufacık bir buz parçası üzerinde çaresizce nasıl da yardım dileniyor. Ya şu pandaya ne demeli? Bebek gibi oturmuş masum masum bambu yapraklarını yerken ne kadar da çaresiz değil mi?

Bacalardan havaya salınan fabrika dumanları sanki bir volkan konisinden fışkıran tozları andırmıyor mu?

Sanal bir el bize, tam da suratımızın ortasına parmağını uzatmış azarlıyor. Bütün bunların suçlusu biziz. Biz “Küçük Adam”lar.

Çöpleri ayırmalıymışız itina ile. Poşetler, pet şişeler, kağıtlar, metaller ve organik olanlar. Ha mümkünse büyük ambalajları da şu tarafa koyalım.

Başka?

Elbette yapılacak daha çok şey var, mesela; Tasarruflu ampul kullanalım. 

(Ama bir hesaplayın bakalım fiyatı diğer ampullere göre çok daha pahalı olan tasarruflu ampullere ödediğimiz para ile daha az elektrik tüketip daha fazla para ödemiş miyiz ödememiş miyiz?).

Elektrikli ev eşyalarımız? Buz dolabımızı, çamaşır ve bulaşık makinelerimizi de yeni çıkan şu daha az elektrik harcayanlarıyla değiştirelim. Ama mevcutlar da henüz yeni sayılırdı gayet te iyi çalışıyordu. Olmaz! Yeni alınacak. Ama bunlar daha pahalı? Osun, pahalı ama daha az enerji kullanıyor, daha az elektrik parası ödeyeceksiniz. Ama elektriğin kilovatsaatine sürekli zam geliyor, eşyalara da para verdik… nasıl bir tasarruf etmiş oluyoruz? Kardeşim sen dünyaya düşman mısın?

Tasarrufu biz yapacağız ama eşyaya daha çok ödeyeceğiz, enerjiye daha çok ödeyeceğiz. Çöpleri biz ayıracağız ama bunları alıp yeniden işleyip bize tekrar para ile satacaklar. Biz tekrar onlar için çalışıp onarın bu çöpleri bize para ile tekrar satmasını sağlayacağız.
Kuzey yarım kürenin sanayileşmiş, gelişmiş ülkeleri her türlü çevre kirleticiyi üreterek bunun sorumlusu olarak biz az gelişmiş tüketim çılgını insanları suçluyorlar. Biz giderek artan bir şekilde daha çok çalışarak daha çok tüketiyoruz. Daha çok harcayarak daha çok fakirleşiyoruz.
Bu da yetmiyor, daha da çok çalışıp ve üretip silah alıyoruz ve birbirimizi öldürüyoruz.
Petrolü, doğal gazı, kömürü, madenleri Batılılar çıkarıp ve üretim sürecinde de çevreye her türlü tahribatı yapıyorlar ve dönüp bizleri suçluyorlar.

Küresel ısınma gerçek olabilir ama sera gazlarını üretenler sanayileşmiş batı ülkeleridir. Nükleer tehditlerin hepsi yine bu ülkelerde gerek silah olarak gerek santral olarak bulunmaktadır. İnsanlık için sık denilecek bir aralıkta nükleer kazalar olmakta ve bol miktarda radyasyon tabiata dağılmaktadır.

Bütün ülkelerde fabrikaların atıkları serbestçe nehirlere, göllere veya denizler bırakılmaktadır. Fabrikaların arıtma tesisleri göstermelik yapılmakta ne sıvı ne de gazlar arıtılmamaktadır.

Çevre koruma örgütü olduğunu iddia eden guruplar gençlerin ellerine anket kağıtları verip meydanlara göndermekle insanlara çevrenin korunması için çaba gösterdikleri zannını vermekteler.

Balina gemilerinin önünden botlarla geçerek tabiatı koruduklarını iddia ediyorlar.


Uluslararası şirketler ve kontrol ettikleri devletler bu tezgâhı kurarak insanların emeklerini sömürmektedirler. Bu insanlık dışı faaliyetlerini maskelemede kullandıkları yollardan birisi de çevre koruma faaliyetleri adı altındaki sahtekarlıklarıdır. Diğerlerinden bazıları da elbette demokrasi, insan hakları gibi içi boşaltılmış tuzak kavramlardır.

18 Aralık 2016 Pazar

İBADET NEDİR?

İBADET HAKKINDA

Günümüzde ibadet kavramı kadar anlamı daraltılmış, içeriği boşaltılmış çok az kavram vardır. Halbuki bunun aksine ibadet kavramının içeriği çok zengin, kapsamlı, geniştir. İbadet; Allah'ın sevdiği gizli ve açık söz ve davranışların tümünü içerir. Ama, genellikle "ibadet" denilince aklımıza namaz, oruç, zekat, hac gibiler gelir. Kur'an bunları ibadet sınıfından saymaz bile. Bunlar Kur'an'da "nüsuk" ibadet şekilleri olarak geçer. İslam'da bazı ritüellerin toplamına ibadet denilmez. Anne-babanın evladına gösterdiği şefkat ibadet olduğu gibi, tüccarın dürüstlüğü de bir ibadettir. Hatta zalim idarecinin karşısında hakkı söylemek de en büyük ibadetlerden birisidir.
Ne zaman ki hayatın tamamını kuşatan takva/sorumluluk bilinci yerine "zühd" adı altında ruhbanlık ikame edildi, işte o zaman İslam tarihindeki en büyük kırılmalarda birisi de gerçekleşti. İslam bazı ritüellerin toplamından ibaret bir din değildir. Aksine İslam, hayatı ibadetleştiren bir ubudiyet dinidir. Gün boyu işlenen ahlaki her davranış daima sevaptır, ibadettir. İbadet salih ameldir. Yani düzgün ve kaliteli iş yapmak, üretmek demektir. Yararı yalnızca kendimize olan ameller değil, faydası başkalarına da olan salihattır.
İslam tevhit ve adalet, sevgi ve merhametten ibarettir. Allah'ın hakkına tevhit, kulların hakkına da adalet çerçevesinde uymak demektir. İbadet, mutlak itaati yalnızca O'na özgüleyerek O'ndan başkasına boyun eğmemektir. O'nun mahlukatına sevgi ve merhamet ile muamele etmek, kul hakkı karşısında saygıyla eğilmektir.
İbadetler "köşk, şarap, huri v.s." gibi ahirette zevk sürmek için yapılan bir takım ritüeller değildir. Bir Müslüman ibadetlerini kar-zarar mantığı ile bir tüccar gibi asla yapmaz. Allah'ın rızası dışında hiç bir beklentisi yoktur. Mesela bir mümin sevap toplamak için Kur'an okumaz. Namazı kendisini psikolojik olarak rahatlatan bir tür yoga-meditasyon olarak görmez. Namaz bir nevi fiziksel rahatlama aracı da değildir. 
Din ahiret kazanmak için dünyayı terk etmek değildir. Din dünya içindir. Ahirette maruz kalacaklarımız ise dünyada yaptıklarımızın karşılığındakilerdir. 
İyiliği emretmek ve yapmak, kötülükten kaçınmak ve kötülüğü engellemektir ibadet. İnsan hakkına tecavüzün en büyük günahlardan olduğunu idrak etmektir "ubudiyet".
İbadet: Zulme savaş açmak, zalimlere hasım olmaktır. 
İbadet: Yoksulluğa ver yolsuzluğa isyan edip bunlarla mücadele etmektir.
Mazlumların ahı göğü inletirken bir köşede doksandokuzluk tespih çevirmek hiç değildir ibadet.
İnsanların emeğinin karşılığını vermeden, onların sırtından kazanılan ile hac veya umre yapmak da değildir ibadet. 
Vurana elsiz, küfredene dilsiz, güçlüler karşısında elpençe duran, ensesinden vurulduğunda ağzındaki lokmayı veren kişi olmak da değildir ibadet etmek.
Ve en önemlisi de hakkı korunacak olan yalnızca bizim dinimizden ve ırkımızdan olan değildir, dininin, ırkının ne olduğuna bakılmamalıdır ve hatta ve hatta herhangi bir canlı olması yeterli olacaktır. İtiraz edilecek muktedir ise yalnızca bize kastettiğini düşündüğümüz değil, bizden olandır da. Yani, kısaca; kötülük ve iyilik vardır. Kötülüğün karşısında iyiliğin yanında olmak, hatta bizatihi iyi olup kötülükle mücadele etmek ibadetlerin en makbullerindendir.

Not: Alıntılınarak geliştirilmiştir.



  TOPLUMUMUZ ARTIK SADECE ERGENLERDEN OLUŞUYOR?*   “Çocuklar İktidarda” kitabının yazarı İsveçli Psikiyatrist David Eberhard, liberal ye...