25 Mayıs 2010 Salı

GÖNDERİLMEMİŞ ŞANTİYE MEKTUPLARI-AFGAN KADI'NIN ANLATTIKLARI

AFGAN KADI'NIN ANLATTIKLARI
Yeni gelen Türk çalışanlar yer darlığından yakınmaya başladılar. Formen ve ustalar neyse de ama mühendislerin kalacak yer konusunda rahat olmalarını sağlamak gerekli. Zaten zar zor ikna edip getirtebiliyoruz buraya.
Hiç unutmuyorum, Ali isminde bir inşaat mühendisi gelmişti. Proje müdürü bana gönderdi, “bi konuş bakalım, nasıl birisi, nerelerde değerlendirebiliriz” diye. Önce yerleşsin, kampı tanısın istedim. İki gün sonra çağırttım. Yanlış hatırlamıyorsam on yıl tecrübeli bir mühendisti. Özgeçmişi pek iç açıcı değildi, yani en azından yol tecrübesi yoktu. Ama sonuçta mühendisti. Bence bir inşaat mühendisi (elbette tecrübesi oranında) projesi olan her mühendislik yapısını yapabilecek kişidir, en azından ben bunu beklerim. Ali ile sohbetimizi onun şu cümlesi bitirmek durumunda bıraktı, “abi düştük bi kere buraya, ne yapalım artık dayanacaz…”.
Bu zorlu şartlara “düşmüş” ana kuzularını rahat ettirmek lazım, yoksa bir teknik personel sirkülâsyonunda iş çıkarmak, ilerlemek mümkün değil.
İdari amir ile konuştum neden yer sorunu oluyor diye. Çünkü bol miktarda prefabrik yatakhane binamız ve odamız vardı. Afgan personelin sayısının fazla olduğunu söyledi. Ama bendeki personel listelerinde sayı o kadar çok değildi. Biraz araştırınca, özellikle yerel kamyon şoförlerinin sayısının neredeyse iki katı olduğunu fark ettim. Mesela otuz kamyon varsa altmış şoför kampta kalıyor, yemek yiyor, yatak çarşafı, yorgan v.s. kullanıyor, banyolar tuvaletler daha fazla arıza yapıyor, daha fazla kullanılıyor. Hâlbuki kamp personelinin sürekli kullanması gerektiği kimlik kartları vardı. Bu karta sahip olmayan hiç kimse kamp nizamiyesinden giriş yapamazdı.


Bu konuyu araştırdığımda şu ilginç bilgiye ulaştım. Hemen her kamyon şoförünün bir yardımcısı vardı. Hatta yerel makine operatörlerinin bile yağcı, tamirci gibi tanımladığı bir yardımcısı vardı. Bu makine ve kamyonlarla yaptığımız anlaşmalarda, yalnızca bir kullanan personelin barındırılması ve yemeğinin verilmesi şartı olmasına rağmen neredeyse bu personel sayısı iki katına çıkmıştı. Bu ilave personele de kamp girişinde kimse bir şey demiyor, silahlı nöbetçiler onların giriş çıkışlarına müsaade ediyorlardı. İşin daha da ilginç tarafı kontrollük personeli (ki hemen hepsi İngiliz, Avustralyalı, Amerikalı filandılar ve Taliban’ın gerçek hedefi onlardılar, çelik yeleksiz tuvalete bile gitmezlerdi) bu durumu bildikleri halde herhangi bir tepki göstermiyorlardı. Biz Türk personel olarak kamp nizamiyesinden girip çıkarken kimlik v.s. gösterirken Afganlar ellerini kollarını sallaya sallaya geçip gidiyorlardı.

Kamp bir ara haftada bir gün periyodik olarak saldırı altında kalmaya başladı. Yakınımızdaki tepeye konuşlanan militanlar RPG veya havan saldırısında bulunuyorlardı. Güvenlik tedbirleri en üst düzeye çıkarılıyor, geceleri yataktan fırlayıp sığınak olarak yere gömdüğümüz çelik konteynırların önünde toplanıyorduk. Saldırıya karşılık olarak bizim muhafız birliğimiz de makineli tüfek ve tüfeklerle karşılık veriyordu.
Güvenlik konusu bu kadar hassasken kampa kontrol dışı kişilerin girip çıkmasının ne anlama geldiğini şoförleri toplayıp konuşunca anladım.

Kamp amirine yerel şoförlerin sadece kendilerine barınak, yemek v.s. hizmetler verileceğini, yardımcılarının kampa gece veya gündüz giremeyeceklerinin talimatını verdim.
Tepki ertesi gün hemen geldi. Şoförler bunu kabul etmemişler. Nizamiyeye kesin talimat verdim, şoförler içeri yalnız girecekler. Ben sonuçta şoförlerin bu talimata uyacaklarından emindim. Çünkü barınacak yerden öte, kamp güvenlik demekti. Taliban’ın veya ISAF güçlerinin ne zaman ne yapacakları hiç belli olmuyor. Aynı zamanda bedava yemek, elektrik, banyo demekti kamp. Ama şoförler yardımcılarından ayrılmaktansa kampa girmemeyi tercih ettiler. Kampın önünden geçen karayolunun kenarına park ettiler ve orada gecelemeye başladılar. Yemeklerini kampta yiyorlar, muhtemelen de fazladan aldıkları birkaç parça ekmek ve katığı dışarıya yardımcılarına götürüyorlar.
Kimdi bu kadar önemli olan yardımcılar?
Özellikle 1979’daki SSCB işgali ile başlayan direniş o yıllarda Türkiye’de komünizmle mücadele ettiği iddiasındaki bizim gibi gençler arasında çok popüler oldu. Bu olağanüstü bir durumdu. Bütün özgür dünyayı korkudan titreten muhteşem kızıl ordunun “paçavralar içerisinde”ki (“Koşuyorlar paçavralar içinde” diye başlayan bir şiir beni çok etkilemişti) Afgan Mücahitlerinin karşısında hezimete uğraması bizim tarafımızdan İslam’ın ve imanın kâfirler karşısında müjdelenmiş zaferlerinden birisiydi. Mesela Şah Ahmet Mesut neredeyse bizimde bir milli kahramanımız olacaktı. Kısacası Afganlar dünyanın en güçlü ordusunu dize getirmişler, bozguna uğratmışlardı. O yılların gençleri olarak zaten kanımız kaynıyor. Hatta birçoğumuz daha önce Filistin’e, Lübnan’a gidip emperyalist Siyonist düşmana ve arkasındaki batı desteğine karşı savaşmak için fırsat kolluyorduk ve şimdi Sovyet kızıl ordusu, Amerikalıların Vietnam’daki bozgunu benzeri bir bozguna uğramıştı. Yaser Arafat, Lübnan’daki mağlubiyetini büyük bir politik manevrayla zafere dönüştürmüş, Beyrut’tan muzaffer bir komutan ve zafer sahibi bir ordu olarak tahliye edilmişlerdi. Sovyetler Birliği Afganistan’da bozguna uğrayarak ricat etmekteydi. İslam’ın yükselişi başlamış mıydı yoksa? Kafamız biraz karışık olmasına rağmen biz Ülkücüler bu yükselişte yerimizi almak istiyorduk aslında. Afgan mücahitleri ne kadar büyük ve güzel insanlardı. Onlar gibi olabilirdik. Belki de onlar gibi olmalıydık. Aslında İslam Dergisi bu savaşa ve mücahitlere daha fazla sahip çıkıyordu. Ama olsun, mücahitler de Afgan Ülkücüleri sayılırlardı. Türkiye’de “Akıncılar” bazı yerlerde, Ülkücülere karşı eylemlerde bulunuyorlardı, hatta bazen komünistlerle beraber hareket ettikleri söyleniyordu. Mesela Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Akıncılar'la Ülkücü'ler kavga ediyordu. Ülkücülerin reisi  Azmi Hoca'nın Akıncıların başkanı Hasan Hüseyin Ceylan’ı nasıl dövdüğü, Şeker Yurdu’nun odalarında kahkahalarla anlatılıyordu. “Concon Yusuf” bu kavgayı dramatize edip tekrar tekrar anlatıyordu. Yani Akıncıların Afgan mücadelesine sahip çıkmaları garip geliyordu bize. Türkiye’de komünistlerle mücadele eden ülkücülere karşı olacaksın, ama Afganistan’da komünistlere karşı cihad eden mücahitlere sahip çıkacaksın, bu çelişki ve ikiyüzlülük görünüyordu bana hep.

İşte kafamdaki Afgan imajı buydu Afganistan’a gelene kadar.
……………………………………………….
Günlük şantiye toplantısında Proje Müdürü, Lowgar içindeki bir sokağın asfalt kaplama yapılıp yapılamayacağını araştırmamı istedi. Ertesi gün tarif edilen sokağa baktığımda buraya herhangi bir asfalt kaplama makinesinin girmesinin mümkün olamayacağını gördüm ve bu sonucu da müdüre bildirdim.
Bu olayın üzerinden çok geçmemişti, proje müdürü bana öğle yemeğine şantiyeye gelmememi, Lowgar’da yemeğe davet edildiğimizi söyledi. Kararlaştırdığımız saatte ana caddede buluştuk ve arabalarını takip edip bir evin önünde durduk. Ev daha önce kaplama yapılıp yapılamayacağını kontrol ettiğim sokaktaydı.
İçeri girdik, bizi büyük bir hürmet ve saygı ile karşıladılar. Bir odaya geçtiğimizde yere sofra hazırlanmıştı. Proje Müdürü, ev ve davet sahibiyle beni ve diğerlerini tercümanımız vasıtasıyla tanıştırdı. Lowgar Kadısı’nın evindeydik, kadı ve erkek kardeşi beraber sofraya oturdular, evin gençleri ve hizmetlileri olduğunu sandığım kişiler de gerekli servisleri yapıyorlardı. Tahmin edileceği gibi kesinlikle hiçbir kadın, kız bize görünmedi, ama bir yerlerden de bizi gözetlediklerine emindim.

Yemekler gerçekten iştah açıcıydı, meyveler tazeydi. Kısa sürede yemek faslı bitti ardından meyveler yenildi ve yeşil çay içilmeye başlandı.
Sohbet derinleşmeye başladı. Kadı’ya, Sovyet işgalini sordum. Güldü. Yaptığımız yol yaklaşık üçbin metre  yükseklikteki bir geçitle Hindikuş Dağları’nı aşıyordu. “O tepelerden yaya geçiyorduk” dedi. “… yaya ve sırtımızda çuvallarlar, ellerimizde sandıklarla Pakistan’dan silah ve mühimmat taşıyorduk”.
Bu olağanüstü bir çabaydı. Kışın birkaç metre kar altında kalan tepelerden zaten sürekli çığ düşüyor. Isı, rüzgârla birlikte eksi kırklara iniyor ve sırtınızda silah filan, gece vakti dağları aşıyorsunuz. Burada, Lowgar’da mücadele çok sert olmuş. “… Ruslar bir gün yolun üzerine insanları yatırdılar, yüzlerce insan vardı, erkek, kadın, çocuk herkes. Sonra tanklarla çiğnemeye başladılar, kaçanları vuruyorlardı. Kaçamayanlar ölüyordu. Şimdi yapmaya çalıştığınız şehirden geçen o yol, ezilmiş parçalanmış yüzlerce insanın kanıyla, etiyle çamur hamuru oldu ve tank paletleriyle yoğruldu”.
Dehşet içinde kaldık hepimiz. Kulplu su bardaklarına doldurulmuş yeşil çaylarımız boğazımızda yumruk olup kalmıştı. Kadı’nın anlattığı olayı hayal etmek bile mümkün değildi. Bahsettiği yerden günde belki on defa geçip gidiyorduk. Orayı kazıyor, dolduruyor, üzerinde yürüyor, iş makinelerini çalıştırıyorduk.
Bu yeşil çayda ne kadar sert bir şeydi böyle. Çay olmadığına eminim. Afganistan’a yeni geldiğim günlerde çay ikram edildiği bir gün sormuşlardı, “yeşil mi, siyah çay mı içersiniz?” diye. Tebessüm ederek “siyah elbette” demiştim. “Türkiye’de yeşil çayı kadınlar içer” demiştim. Garip bir şaşkınlıkla baktılar kaldılar bir an, sonra “burada da kadınlar siyah çayı içer” dediler ve kulplu su bardağıma koyu kekik suyu renkli yeşil çayımı doldurdular. İlk yudumdan sonra anladım ki bu çay filan değil bambaşka bir şeymiş. Daha sonra söylediler, içine bir miktar uyuşturucu benzeri toz da ilave edip demliyorlarmış, öyle sertti ki, boğazımdan hem de 15 dereceden daha sıcak olmayan 70–100 penetrasyon bitüm geçmişti sanki.
Ama şimdi o kahraman mücahitler neredeydiler?
Bunu sordum Kadı’ya. “Neden böyle konuştun, ne demek istedin?” dedi, tepkisiz bir şekilde.
 “Gördüklerim, müşahede ettiklerim farklı bir Afganlı portresi çiziyor. Bir kısmı çeşitli uyuşturucuların müptelası olmuş. Tembel ve iş bilmez haldeler. Bazıları işgal güçlerine yalakalık ve dalkavukluk yaparak hayatta tutunmaya çalışıyor.” Sustum, tercüman durakladı, bunu tercüme etmekten imtina etti bir an. Ama Kadı akıllı adam, kendi dilinde bir şeyler söyledi tercümana, onun da ne dediği veya demek istediği anlaşılıyordu elbette. Odada soğuk bir hava esmeye başladı, tercümanın tereddüdü geçti ve soruyu olduğu gibi çevirdi, kaçamak bakışlar atıyordu bana. Sorduğuma bir an pişman oldum. Sonuçta misafirliğinde bulunduğumuz güç sahibi bir adama saygısızlık yapmış olmak vardı. Kadı durakladı, sakalını sıvazladı. Karşısında duran kardeşine baktı.
Kardeşi yere bakıyordu. Konuşmaya başladı.
“Bu sorunun cevabı var elbette. Bu cevap acı, ama daha da acı olan bu durumu sizlerin fark etmiş olması ve aslında cevabı siz de biliyorsunuz, siz de yaşadınız bunu çünkü.”
Tercüman Kadı’nın anlayışlı ve yumuşak tavrından rahatlamıştı, ama bir o kadar da o ve biz bu cevaba şaşırmıştık. Biz ne biliyorduk, ne yaşamıştık?
Öncelikle şunu söylemeliyim, biz otuz yıldan fazladır sadece savaştık. Maalesef kimse meslek, sanat, iş öğrenecek zaman ve imkanı bulamadı” dedi kadı.
“Amerikan işgalinden hemen sonra, Amerikalıların yaptığı ilk icraat uyuşturucu ekimine izin vermek ardından da Kandahar’daki “genç erkek işçi pazarı”nın tekrar açılışına izin vermek oldu. Bu ikisi yasaktı, Taliban yasaklamıştı ve titizlikle yasağın takipçisiydiler.”
Merakla dinliyorduk, Kadı’nın anlattıklarından yerel tercümanımızın bile haberi yoktu anlaşılan, çünkü en az o da bizim kadar şaşırmıştı.
“Senin şantiyeden attığın o şoförlerin yardımcımız dedikleri sevgilileri işte genellikle o pazardan kiralanan oğlanlardır, iyi yaptın, ama Amerikalıları huzursuz ettin bunu da bil.”
Kadı bu konuyu nasıl öğrendi acaba? Şikâyet ettiler belki, ya da… elbette istihbarat yaptırıyor şantiyede.
“Ama başlık parasının beşbin dolarlara vardığı düşünülürse ve kadını bu kadar toplum dışına, sosyal hayattan uzağa atarsak erkek erkeğe kalıyoruz maalesef.”
Merak ve biraz da korkuyla kadıyı dinliyoruz. Kardeşi sanki bu durumdan rahatsızdı. Sanki özel konuların yabancılara anlatılması canını sıkıyordu.
Şimdi sorduğun sorunun cevabına gelelim, nerede o kahraman mücahitler?” dedi bana dönerek.
“Öldüler….” diye cevapladı kendi sorusunu. Kelimenin devamında bir cümle bekliyorduk, ama Kadı sustu, sakince çayından bir yudum aldı, meyvelerin içinden muza uzandı, yavaş yavaş soymaya başladı. Odada kimse konuşmuyordu, belki de Kadı ve kardeşinden başka nefes alan da yoktu. Muzdan bir parça ısırdı, çiğnedi çiğnedi ve yuttu.
“Sizin dedeleriniz nasıl önce Çanakkale’de ve daha sonra da Mustafa Paşa’nın izinde Özgürlük Savaşı’nda öldülerse bizimkiler de öyle öldüler. İsterseniz şehit oldular da diyebilirsiniz. Tabi şimdi siz Afganistan’da trafik kazasında bile ölenlere şehit denmesine şaşırıyorsunuzdur. Ama benim söylemek istediğim şehitlik bu değil elbette.”
Birbirimiz yüzüne bakıştık. Bu Kadı’da göründüğünden çok daha fazlası vardı.
“Vatanı için ölmeyi göze alabilecek bir erkek nasıl bir insandır?”
Merakla dinliyorduk Kadı’yı. Ne çay aklımızdaydı, ne de meyveler.
“Erdem sahibi, iyi insanlar vatanlarını severler ve vatanları uğrunda ölmeyi göze alırlar. Ne ambarımdaki mısırlar, buğdaylar, ne de damımdaki sığırlar, davarlar ve ne kuşağımdaki dolarlar,ne de evlatlarım  erdemimi tamamlamaz.”
Adamın ne demek istediğini anlıyordum.
“İyi insanlar ve erdemleri onlarla birlikte ölürken, onların sahip olduğuna sahip olmayan birçoğu hayatta kaldı ve kendinden sonra gelen nesle de kendi değerlerini aktardı. İşte Afganistan’da yaşayan birçok kişi, senin hayat tarzlarına şaşırdığın Afganlılar, sağ kalanlar ve onlardan sonra gelenlerdir.”
Birden başını kaldırdı, gözlerini gözlerime kilitledi, gayet sakin ama bir o kadar da üzgün, kırgın bir sesle konuştu. Tercüman son cümleyi çevirene kadar bakışlarını benden ayırmadı.
“Türkiye’de durum ne kadar farklı? Bizde, yani Afganlar da milletlerden bir milletiz, insanlardan farklı değiliz… Cevabını aldın mı?”
Başımı salladım, evet cevabımı çok iyi aldım. Bunu tercümanın çevirmesine gerek yoktu zaten.



  TOPLUMUMUZ ARTIK SADECE ERGENLERDEN OLUŞUYOR?*   “Çocuklar İktidarda” kitabının yazarı İsveçli Psikiyatrist David Eberhard, liberal ye...