3 Nisan 2010 Cumartesi

GÖNDERİLMEMİŞ ŞANTİYE MEKTUPLARI-ÖNYARGININ SEFALETİ YA DA ATEŞLİ BİR GECE - 1

ÖNYARGININ SEFALETİ YA DA ATEŞLİ BİR GECE - 1
Gece vardiyasını iptal ettik artık. Yağmurlar başladı sayılır. Zaten şantiyede para sıkıntısı da var. Makineleri uygun noktalarda toplatıyorum geceleri. Genellikle de ariyet ocaklarında toplanıyorlar. Kamyonlar ve diğer lastik tekerlekli makineler, paletli araçlara göre elbette daha fazla hareketli ve uzun mesafe gitmelerinde mahsur yok. Akşam olunca ariyet ocağındaki dozer ve paletli loaderlerin yanına gidiyorlar. Aynı zamanda güvenlikçilerin kontrol etmesi de daha kolay oluyor elbette.
Araçlardan motorin, motor yağı, hidrolik yağ çalınmasını her ne kadar tümüyle engelleyemesek de bu şekilde hırsızlığı azaltmayı başardık.
Vakit gece yarısından sonra olmuştu. MSN’ de sonuçsuz tartışmaların bunalttığı sıkıntılı anların birisindeyim. Uzaklardan gelen gök gürültülerini duyuyorum. Yağmur bulutu ne yapacağı belirsiz, ipini koparmış mayın gibi geziyor, yükünü nereye bir anda boşaltacağını anlayamıyorsun bile. Uyku tutmadı, verandaya çıktım, kanepeye oturdum. Uzakta çakan şimşekler bulutları flaş ışıkları gibi anlık aydınlatıyor, bulutların garip şekilleri gece karanlığında bir görünüp bir kayboluyorlar.
Can sıkıntım had safhada, uyumak mümkün değil. İçeri girip giyindim. Ariyet ocağındaki araçları ve bekçileri kontrol edeceğim. Bu saate ve böyle bir havada hiç beklemedikleri baskın olacak. Aslında benim için tehlikeli bir durum. Beni fidye için filan kaçırmaları ihtimal dâhilinde. Daha kötüsü, eğer bir hırsızlığın üzerine gidersem hırsızların ne yapacağı belli olmaz. Hırsızlar eğer sivilseler en fazla sopa bıçak taşıyorlar, ama eğer polis ya da asker iseler onlarda ya G–3, ya da M–16 var. Bazı polislerde AK–47 de gördüm. O zaman ne tepki verecekleri belli olmaz.
Otoparka gittim, çift kabin Toyota Pikap’ı çalıştırdım. Şantiye nizamiyesine yanaştım. Ses ve far ışığı kulübedeki nöbetçiyi uyandırdı. İçinden bana küfür ediyordur şimdi. Bu saate beyazlar genellikle karı-kız peşine giderler veya dönüyor olurlar. Adam benim keyfimden dolayı rahatsız edilmekten memnun olmamıştı elbette.
Onun beklemediği bir şey yaptım, arabadan inerek kulübesine yanaştım ve bekçibaşını çağırmasını söyledim. Uykulu hali ile aklını toparlaması uzun sürdü, tekrarladım istediğimi. Genelde bağıra çağıra kapıyı çabuk açmasını isterdik. Tek başıma gecenin bu saatinde araziye gitmeye tırsmıştım gerçekten. Yanıma bir iki güvenlikçi almadan gecenin bu saatinde araziye gitmek hiç de akıllıca değil yani.
Onbeş dakikalık bir yolculuktan sonra ariyet ocağına vardım. Yağmurun ıslattığı bölgelerden geçtim ama ariyet ocağında çamur filan yok. Bu iyi. Yarın kamyonların çamurla boğuşması gerekmeyecek. Dampere yapışan çamurlu toprak, kamyondan boşalma sırasında defalarca devrilmelerine sebep olmuştu.
Far ışığında kamyonlar ve makineler gündüz dizildikleri gibi görünüyorlar. Arabanın sesini ve ışığını gören bekçilerin çoktan ortaya çıkıp kendilerini göstermeleri gerekirdi. Ama kimseyi göremedim. Kesin derin uykudalar. İçecek bir şeyler bulursa sızıp kalıyorlar zaten. Ya da, gündüz başka işte çalıştıkları için gece uykusuzluğa dayanamıyorlar. Kulaklarının dibinde top patlasa uyanmıyor bazıları.
Ben böyle düşüncelerle ariyet ocağında arabayı döndürerek far ışığında bekçi ararken nihayet iki tanesi ortaya çıktı.
Bekçibaşına burada kaç kişi olduğunu sordum. Dört bekçinin olması gerektiğini söyledi. Haklıydım işte, iki bekçi işe gelmemişti bile, ama maaş günü muhasebenin önünde kuyruğa geçerler hemen.
Arabadan indim, hemen makine ve kamyonların sıralandığı tarafa yöneldim, el fenerimle araçların aralarını kontrol ediyorum, eğilip altlarına bakıyorum, hırsız varsa belki kaçamayıp saklanmıştır, ya da carkanlarını (25 lt.lik bidonlara bu adı vermişler) bırakıp saklanmışlardır, biz gidince dönüp almaya gelirler. Kimse yok, bir anormallik yok. Bu arada bekçibaşıyla konuşuyorum, bekçilere diğerlerinin nerede olduğunu sormasını istiyorum. Bekçibaşı İngilizce biliyor ama bekçiler yerel dil Hausa’yı konuşuyorlar sadece. Bekçi uzun uzun anlatıp arada da lastik tekerlekli Loader 966 Cat’i gösteriyor.
Hemen loaderin yanına gidiyorum hızlıca. Makineye bir şey olmuş olmasından korktum. Bir yandan da kızgınlıkla bağırıyorum artık, fakat İngilizce mi, Türkçe mi konuşuyorum bazen fark etmiyorum bile. Ama hangi dilde olursa olsun ortam, durum göz önüne alındığında kızgınlık ve öfke sözleri sarf ettiğimi anlamamak mümkün değil. Bekçibaşı da telaşla bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Ama adamın İngilizcesinin kötü olması, benim anlamamın zor olması ve de doğal olarak da adam Hausaca’dan da araya kelimeler sıkıştırması tam bir iletişim kargaşası ve telaşı çıkarıyor. Adamların asıl korkusu işlerinden olmak. Elbette atacağım bunları işten. Görev yerini terk etmiş bekçiler, bunun farkında olmayan bir Bekçibaşı, nasıl bir sonuç bekliyorlar ki? Hele bir de motorin ya da başka bir şeyin çalındığını tespit edersem hırsızlık suçlamasıyla polislere vereceğimi biliyorlar.  
Loader 966’nın yanına gidince şaşkınlıktan bir an dondum kaldım. Makinenin sağ ön lastiği en az birbuçuk metre parçalanarak yarılmıştı. Bu nasıl olabilirdi? Nasıl bir aletle bunu yapmışlardı? Herhalde palalarla yapmışlardı, ama o paslı eğri büğrü palaların bu lastiği kesmesi nasıl mümkün olmuştu ki? En önemlisi neden yapmışlardı? Demek giden iki bekçi bunu yaptı kaçtı, bu ikisi de kendilerini savunuyorlar şimdi. Ama neden böyle amaçsız ve zor bir şeyi yaptı bunlar şimdi? Lastiği çalmalarını anlarım, indirmelerini anlarım, ama parçalamak neden? Belki de makinenin operatörü çalışmak istemedi, biraz yatmak istedi, bekçilerden de akrabası filan varsa, birkaç Naira’ya yaptırdı bunu? Ya da en uzak ihtimal ama şirketten parasını alamayan birisi varsa intikam için yapmıştır. Diğer iki bekçi nerede peki, onların kaybolması anlamlı gelmiyor. Bunları düşünürken aynı zamanda bağırıp duruyorum, tehditler savuruyorum bekçilere, işten atacağımı, polislere vereceğimi filan söylüyorum.  Ama arada bekçibaşının yıldırım filan dediğini anladım. Ne yıldırımı yaa? Bunlar bu haltı yaptıktan sonra bir senaryo yazmışlardı muhakkak. Sakinleştim, anlat bakalım dedim adama.

GÖNDERİLMEMİŞ ŞANTİYE MEKTUPLARI-ÖNYARGININ SEFALETİ YA DA ATEŞLİ BİR GECE - 2

ÖNYARGININ SEFALETİ YA DA ATEŞLİ BİR GECE - 2
Bekçibaşı, ocaktaki bekçilerden öğrendiklerini anlatmaya başladı.
Yağmur yağacağını düşünen bekçiler araçların içlerine binmişler. İçlerinden birisi de, bu loadere binmiş, yağmur yağmamış ama loaderin üstüne yıldırım düşmüş, içindeki adam da alev almış yanmaya başlamış. Bu arada da loaderin lastiği yıldırım düştüğünde yarılarak patlamış.
Bu, burada anlatılacak en son hikâye olmalıydı herhalde. Ha ha ha dedim bağırarak. Hikâye anlatma bana, hikâye anlatma diye bağırdım. Ama adam ısrar ediyordu. Yanan bekçinin nerede olduğunu sordum. Köyüne göndermişler, yanında diğer bekçi de gitmiş. Onlara inanmadığımı, yalan söylediklerini söyledim. Beni ikna etmeye çalışıyorlardı. Hatta alev alan arkadaşlarının üzerine su döküp söndürdüklerini söylediler. Adamlar yalanlarında ısrarlıydılar ve senaryo da kendi kafalarınca tutarlıydı. Bana karanlıkta bir yeri göstermek istediler. İşaret ettikleri yere yürüdük. Toprak ıslanmıştı ve geniş yaprakları olan dal kırıkları vardı. Anlattıklarına göre makineden çıkardıkları arkadaşlarını buraya kadar sürüklemişler, üzerine su döküp yaprak ve dallarla vurarak söndürmüşler, sonra da buraya geldikleri arabalarının arkasına koyup köylerine götürmüşler.
İnanasım gelmiyordu böyle bir hikâyeye, ama sonuçta inanmaktan başka da bir seçeneğim yok görünüyordu, en azından bekçiler böyle düşünmüş olmalılar. Ama beni bu derece aptal yerine koymalarına müsaade etmemeye karlıydım. Zaten şantiyede MSN’de ki tartışmamızdan yeterince gerginim, bu da tuzu biberi oldu şimdi.
Köylerinin nerede olduğunu sordum. Tarif ettikleri yere daha önce hiç gitmemiştim. Zaten yol yapım güzergâhından fazla uzaklaşmamakta fayda var. Ormanın içinde yolu kaybetmenin yanında birde bu yarı vahşilerin ne yapacağı hiç belli olmaz. Biz beyazlar onlar için yürüyen dolarlarız zaten. Cebimizdeki beş dolar için bile kafamızı kesmekten hiç çekinmezler. Şimdi gecenin bu vaktinde oraya gidemeyeceğimi çok iyi biliyorlar. Sabah olduğunda ise sen sağ ben selamet. Ama yanlış biliyorsunuz bekimutunlar (Hausa dilinde siyah adam demek), bu baturi (Hausa dilinde beyaz adam demek) hiç tahmin edemeyeceğiniz bir şey yapacak. Tamam beni götürün o köye, yaralanan adamı görmek istiyorum dedim. Hiç itiraz etmediler. Hatta bekçibaşı bile itiraz etmedi. Ama tereddüt gösterip korkmanın zamanı değil. Yoksa beni savanda kesmeyi göze alırlar mı? Amaaan, ne olacaksa olur yaa.
Bindik pikaba, ben kullanıyorum. Beş dakika kadar bizim servis yolunda gittik, daha sonra köylülerin kullandığı bir patikaya saptık, aslında araç yolu değil, ama dört çeker pikap sayesinde yarım saat kadar gidebildik. Önümüzde duran eski bir kamyonetin arkasında biz de durmak zorunda kaldık. Yol bitmişti. Buradan sonra yürüyeceğimizi söyledi bekçibaşı. Pişman mı olmalıydım acaba? Geri dönmeyi düşünmeli miydim?
Önde bekçi, arkasında ben, arkamda bekçibaşı çalıların, ağaçların arasında ilerlemeye başladık. Biraz açıklık bir yerde durakladığımda ilerde belki dört beş kilometre ötede ışıklar fark ettim. Taş ocağımızı tanıdım. Şu anda bulunduğum yeri iyi kötü kestirebiliyordum artık. Koşmam, kaçmam gerekirse ne tarafım nehir, ne tarafım orman-savan, ne tarafım da taş ocağı bilebilirim yani. Tabi oraya kadar kaçabilirsem eğer. Ne kadar Yusuf varsa kulaklarında çanlar çalıyordur muhakkak şimdi.
Yürüyüşümüz devam ediyor. El fenerimi aralılarla yakıp söndürerek bastığım yerlere de dikkat ediyorum. Ayak bileğimi filan bükmekten çok özellikle yılanlardan sakınmaya çalışıyorum. Saatime baktım üçü geçiyordu.
Açıklığa geldiğimizde mumların ve bazı yağ kandillerinin ışıklarıyla karşılaştık. Köye gelmiştik. Gözlerim etrafa alıştı. Hafiften de yıldız ışığı görmeme yardımcı oluyordu.
Bekçi bir kulübenin önünde durdu, kapı boşluğunu örten bez parçasını eliyle kenara çekti ve içeriyi işaret etti. Şimdi bu karanlık kulübeye girmem mi gerekiyor? Tereddüdüm had safhada. Üçe, iki gibi boyutlarda, kerpiçten yapılmış, çatısı ağaç dalları ve yapraklarla kapatılmış tipik bir köy kulübesi. Yavaş adımlarla kapıdan geçtim. Fenerim yanıyor, etrafa hıla göz gezdirdim. İçeride bir eski kanepe var, üç kişilik olmalı. Başka hiçbir mobilya ya da eşya yok diye düşünürken duvarın dibinde hasır parçasının üzerinde bir portatif müzik seti gördüm. Hemen yanında da bir akü ve kablolar vardı. Ben içeride böyle dikilip penceresiz boş kulübeyi gözden geçirirken kanepede, üzeri battaniye ile örtülü yığın kıpırdandı ve bir ses bana hitaben “sorry master” dedi.
El fenerimin ışığı kanepenin üzerinde çıplak yatan adama kilitlendi kaldı. Hayatımda böyle bir şey görmedim. Adamın kafatasını görüyordum bembeyaz, anlına ve ensesine doğru derisi soyulmuş ve derisinin kenarları yanmıştı, kırmızı eti görünüyordu, belki de kanıyordu. Omuzları da aynı şekilde derisi yanmış ve pembe eti ortaya çıkmıştı. Aynı yanık karnında ve göbeğinde de vardı, ve derisi burada da soyulmuştu. Ne kadar süre öyle şaşkın kaldığımı bilmiyordum. Adamın inlemeleriyle kendime geldim tekrar. Hemen dışarı fırladım. Bekçibaşına arabanın anahtarını verdim ve arabayı muhakkak buraya getirmesini söyledim, adam da arkamdan kulübedeki manzarayı görmüştü zaten, koşarak gitti. Köylüler etrafımı çevirmiş bana bakıyorlardı. Birkaç ihtiyarın ilk defa beyaz gördüğünü sanıyorum, bana dokunarak kontrol ediyorlardı. Genç kızlardan birisine İngilizce beni anlayıp anlamadığını sordum. Anladığını söyleyince, içecek su getirmesini söyledim. Kendim için istediğimi sandılar önce ama suyu yararlı adama vermek isteyince etrafımdaki yaşlılar karşı çıktılar. Ben ısrarla adama suyu içirdim, biraz rahatladığını düşündüm. On dakika kadar sonra benim pikap hoplaya zıplaya geldi.
Yaralıyı arka koltuğa uzattık. Yakın akrabası olduğunu zannettiğim üç dört kişi de arkaya, kasaya doluştular. Sabaha karşı şehrin girişindeki bir özel hastaneye hızla girdik. Nöbetçi doktor olup olmadığını sordu bekçibaşı. Hemşirenin cevabı dumurlarda yatılıktı. Nöbetçi doktor varmış ama uyuyormuş ve uyandırılmamasını istemiş. Dolayısıyla sabahı beklememiz lazımmış.
Oradan hızla uzaklaştık, şehir içine girdik, sabah trafiği hareketlenmişti, bekçibaşının tarif etmesiyle devlet hastanesini kolayca buldum. Benim, yani bir beyazın yanında olması sebebi ile burada daha fazla ilgi gördü yaralı. Acil servise aldılar ve hemen tedaviye başladılar.
Hastaneden ayrılıp şantiyeye geldiğimde saat on olmuştu. Proje müdürüne durumu anlattım. İyi yapmışsın, git dinlen dedi.
Yattım uyudum.

  TOPLUMUMUZ ARTIK SADECE ERGENLERDEN OLUŞUYOR?*   “Çocuklar İktidarda” kitabının yazarı İsveçli Psikiyatrist David Eberhard, liberal ye...