20 Haziran 2010 Pazar

ŞİİR-NİHAL ATSIZ-YOLLARIN SONU








YOLLARIN SONU
BU GÜN YOLLANIYORKEN BİR GURBETE YENİDEN
BELKİ BİR KİŞİ BİLE GELMEYECEKTİR BİZE
BİR KEMİĞİN ARDINDA SAATLERCE YOL GİDEN
İTLER BİLE GÜLECEK KİMSESİZLİĞİMİZE




GİDİYORUM GÖNLÜMDE ACISI YANIKLARIN
ORDULARLA YENİLMEZ BİR GAYIZ VAR KANIMDA
DÜN BENİMLE BİRLİKTE GÜLEN TANIDIKLARIN
YALNIZ BİR HATIRASI KALDI ARTIK YANIMDA





YUFKA YÜREKLİLERLE ÇETİN YOLLAR AŞILMAZ
ÇÜNKÜ BU YOL KUTLUDUR GİDER TANRI DAĞINA.
HALBUKİ YOLDAŞINI BIRAKIP DÖNENLERİN
DEĞİŞİLİR TOPUDA BİR SOKAK KALTAĞINA




İSTER DÜŞÜN, KENDİNİ İSTER HAYALE KAPTIR
UZAR UZAR ÇÜNKÜ HİÇ SONU YOKTUR YOLLARIN
BAKARSIN ALDANMIŞSIN, GÖRDÜĞÜN BİR SERAPTIR
SEVİMLİ BİR HAYALE AÇILIRKEN KOLLARIN








EY DOĞUNUN ANLIMI SERİNLETEN RÜZGÂRI,
EY KARANLIKTA BANA ARKADAŞLIK EDEN AY!
ARZULARIM BİR OKTUR, AŞAR ULU DAĞLARI
DÜŞTÜĞÜ YER UZAKTA DİLEK ADLI BİR SARAY.







O SARAYDA BULUNCA TANRILAŞAN ERLERİ
ARTIK GÖZÜM ARKAYA BİR DAHA DÖNMEYECEK.
HEPSİ SUSSA DA KÜR’ŞAD UZATARAK ELİNİ:
“HOŞ GELDİN OĞLUM ATSIZ, KUTLU OLSUN!” DİYECEK.


12 Haziran 2010 Cumartesi

GÖNDERİLMEMİŞ ŞANTİYE MEKTUPLARI-ÖLÜM KUYUSU

Taliban ve Ölüm Kuyusu
28–11–2005 Kabul-Gardez Yolu İyileştirme Projesi.
Artık şantiyeyi kapatma aşamasındayız. Havalar soğudu, geceleri km 90 civarında eksi 8’lere kadar düşüyor sıcaklık. Sabah da saat onbire kadar beş derecenin üstüne çıkamıyor. Yani asfalt sermek iyice zorlaştı.

Geçen kıştan edindiğimiz tecrübe, bize, yolun geri kalan yapılmamış kısmının bakımını yapmaya şimdiden başlamazsak kışın çok daha zor ve acil bakım yapma zorunluluğu yaşayacağımızı öğretti.

Bu sebeple Gardez geçidinin kuzey tarafını, yani km. 101 ile çalışmalarını tamamlayacağımız 92. kilometre arasının bozulmuş satıh kısımlarını tamir etmeye, yağmur, sel, kar sularının akarak yırtması muhtemel dolgu şevlerini doldurarak takviye etmeye başladık.

Tabi bu çalışma sırasında yapılanların projeye aykırı olmaması, aynı zamanda da projeyi kolaylaştırıcı olması amacıyla, gereken kesitlerde yol platformunu sağlamak amacıyla ufak yarma işleri yapıyoruz.
Bu kesitlerden biriside 96+900 deki sağlı-sollu kaya yarma geçişi.
Aslında çok kısa bir geçiş, ancak güzergâhta bir mahmuz gibi çıkıntı yapan kayayı Ruslar patlatarak ve yararak geçmişler. Önünden dolaşmak olağanüstü dolgu gerektirecek lüzumsuz bir çalışma olurdu ve gereksiz bir yatay kurb oluştururdu, yani adamlar doğru olanı yapmışlar.
Bu güne kadar bu noktadan geçerken düşündüğüm, ya da düşünmem gereken bu olmuştu hep.
Ancak gözümden kaçmadığı halde çok da önemsemediğim bir şey vardı bu kaya geçişinde. Sağdaki yarmanın dibinde yani vadi tarafındaki şev dibinde, yol asfalt kaplamasının biraz üstünde bir mezar vardı.
Aslında bunun mezar olduğunu sanıyordum, fakat Afganistan’daki diğer mezarlardan farklı olarak bu mezarda dikili hiçbir uzun sırık, bu sırıklara özenle bağlanmış hiçbir renkli bez parçaları yoktu.
Özellikle şehitlerin mezarlarına bu sırıkları dikip, renkli ve kıymetli özel olarak hazırladıkları bezleri takıyorlar. Bizim “dede” veya “baba” dediğimiz kutsallık atfedilen mezarlarda bu bezler ve sırıklar daha da fazla oluyor.
 Ve yine, bu mezarı diğer mezarlardan ayıran bir başka dikkate değer konu, bunun beton derzli alçak bir taş duvar ile çevrelenmiş, üzerine de beton dökülmüş olmasıydı.
Gelip geçerken duranlardan, buranın mezar değil de derin bir kuyu olduğunu duyunca şaşırıp bunun zor bir ihtimal olduğunu düşündüm.  Burada kuyu olması için gereken sebepler yoktu. Her şeyden önce bir dik vadi duvarındaydı. Hemen yanı başı otuz metre kadar derinlikte sel sularının oluşturduğu dar bir yarık, bir sel yatağıydı ve eğimi oldukça dikti.
Yani, eğer suya ulaşmak için bir kuyu açmak isteseydiniz burayı seçmezdiniz. Çünkü suyun bulunduğu yerden otuz metre daha yüksekte bir kayayı delmeniz gerekecekti ve bu otuz metrenin sonunda ancak sel yatağı ile aynı kota inmiş olacaktınız. Elbette sel yatağında normalde su bulunmaz. Ancak yağmur sonrasında dağdan aşağıya doğru inmeye başlayan sular, ya da karlar eridikçe sızan sular buradan geçip giderler. Bu suların bir kısmı da doğal olarak zeminin içine sızar, belki bu yeraltına sızan suların oluşturduğu bir akıntı veya aşağılardaki geçirimsiz bir tabakanın üzerinde birikmiş bulunan suya ulaşılmış olunabilir.

Ama daha öncede dediğim gibi kuyuyu açmaya buradan değil de, sel yatağına daha yakın bir yerden başlamak gerekirdi. Üstelik Afganistan gibi hemen her işin insan ya da hayvan gücüyle yapıldığı, bizim görmeye, kullanmaya alışık olduğumuz gelişmiş makinelerin hiç birisin olmadığı zamanlar ve ortamlar söz konusuysa, böyle zorlu bir işe kalkışmak hiç akıllıca ve mantıklı gelmedi bana.
Zaten bizim çalışmalarımız sırasında yaptığımız patlatmalar bu civardaki yeraltı suyollarında değişikliklere sebep olmuş olabilirdi.
Özetle burada hem su yoktu, hem de suyun olması çok düşük ihtimal olan yere uzaktı.
Ayrıca bir diğer konu, şu anda iyileştirmeye çalıştığımız yolu işgalleri sırasında Ruslar yapmıştı. Bu yol motorlu araçlar (büyük ihtimalle SSCB ordusunun geçebilmesi) için dizayn edilmiş, gelişmiş bir yoldu. Yani boyuna eğimi, kurp yarıçapları, deverleri, enine eğimleri ile tasarlanmış, sıcak asfalt ile kaplanmış, oldukça iyi yapılmış bir temel tabakası bulunan bir yoldu.

Ancak bu dağlar yani Hindikuş Dağları çok eski zamanlardan beri devamlı üzerinden aşılan ticaret ve askeri yolları olan dağlardı. Gardez Geçidi’de bu yollardan biriydi mutlaka.

Biraz dikkat edince zaten eski güzergâhtan arta kalan kısımlar görülebiliyor. Bir arabanın geçebileceği genişlikte, yani en fazla üç metre genişlikte, çok daha fazla dik eğimleri olan, yüzseksen dereceye varan varyantlar oluşturan, yaya ve atlı, develi, eşekli katarların ancak geçebileceği bir yol varmış daha önce. Ve bu yol elbette şimdi kullanılan yeni yolla aynı güzergâhı paylaşmıyor, ancak bazı noktalarda kesiştiklerini görebilirsiniz.

Sonuçta demek istediğim şu; kuyu ya da mezar her ne ise bunun eskiden kalmış olması ihtimalini düşünürsek eski yol güzergâhında olması daha akla yatkın geliyor.
Ancak bu yeni yolun hemen yanında, yani yeni yol yapıldıktan sonra yapılmış olduğundan hiç kuşku yok. Yani bu eğer bir mezar yada kuyu ya da her ne ise….

Bir sabah ofiste, bir gün önceki günün çalışmaların raporlarını tanzim edip yeni çalışma günüyle ilgili son hazırlıkları yaparken, telsizden 96+900 civarında çalışma yapan ekip başı toprak işleri genel formenini anons etti.
“Kuyu dolmuyor, ne yapalım?”
Demek mezar veya kuyu, üzerindeki beton plakçığı kırmışlar ve dolduruyorlardı, doğrusu da buydu zaten. Ama soru ilginç….nasıl yani…. Ortalama yaklaşık 15–18 metreküp kazılmış toprak taşıyabilen kamyonlarımız en az 10 sefer yapmışlardır sabah işe başladıklarından beri. Yani yaklaşık 160 metreküp hafriyat demektir. Çapı; en kabadan 2 metre olsa bu kuyunun 160 metreküp dolgu alması için, derinliğinin yirmi, yirmiiki metre olması gerekir, normaldir.
Formen Hasan beni anons etti, “ne yapalım” diye.
Cevap “Hasan, normaldir, birkaç kamyon malzeme ile hemen dolar mı o kuyu, devam etsinler, geliyorum zaten bir saate kadar”.
“Anlaşıldı Timur bey..”




İşlerimi tamamladım, gerçektende bir saat kadar sonra pikabıma binip 96+900’e doğru hareket ettim. Bir yandan da kuyuda gerçekten su varmı diye merak ediyordum, eğer su varsa bir şekilde muhafaza edilip kullanılmaya müsait hale getirilebilirmiydi diye düşünüyordum. Orada arada sırada mola verip çay içtiğimiz olurdu, ama ne kuyu ne de çeşme yoktu civarda, acaba bu önemli konuyu atladık mı diye düşünüyordum.

Ama çalışma yerine vardığımda şaşkınlıktan ne yapacağımı şaşırdım.
Hiç de aklıma gelmeyecek bir durumla karşılaştım. Ne genişliği, ne derinliği görülebilen bir mağara vardı orada. Yani girişi bizim mezar ya da kuyu tahmin ettiğimiz bir tepe noktadan olan ve aşağılarda yok olan bir kara büyük boşluk.
Yol yapılırken dahi doldurulmamış ve üstü prefabrik beton plaklarla kapatılarak bir nevi köprü yapılarak geçilmiş bir büyük boşluk.

Özellikle derinliği çok merak uyandırıyordu. İçine attığımız taşların düşme sesini bazısında duyuyor, bazısında duymuyorduk.  Tahminim elli ila otuz metre arasında bir derinlik olabilirdi.
Şoförü şantiyeye gönderip iki bobin çırpı ipi aldırdım. İpin ucuna bir taş bağlayıp mağaranın boşluğuna sarkıttım. İpin gerginliği bittiği zaman elimde tuttuğum yerden keserek, toplamaya başladım. 
Topladığım ipi ölçünce 27~28 metre geldi. Tahminimden daha az çıktı. Bu sırada saha müh. Burak da geldi, telsiz konuşmalarını duymuş ve merak etmişti ne olduğunu. “El feneri var mı?” diye sordum, yoktu. Ama arabasında bir kitap vardı, onu getirdi. İpek Ongun’un bir kitabı. “Zaten bir şeye benzemiyordu” dedi.
Arabanın deposundan çektiğimiz motorinle kitabı ıslatarak yaktık ve iyice alevlenince delikten aşağıya attık. Kitap yanarak ve mağaranı duvarlarını üstünkörü ve çabucak aydınlatarak aşağıya düşmeye başladı.
Bize hayli uzun gelen bir düşüşten sonra nihayet durdu.
Kitabın aleviyle bir miktar aydınladı içerisi. En az 35 metre derinde görünüyordu alevler.
“Kitap yandığına göre içeride oksijen var” diye düşündüm. Çünkü yanımızdaki muhafızlar, daha önce içeriye iple sarkıtılan bir kedinin geriye çekildiğinde ölmüş olduğunu söylemişlerdi. Belki de ipi hayvanın boğazına bağladılar.
 
Aşağıda toprak ve kaya parçalarından başka bir şey görünmüyordu ki böyle olması çok normaldi. Çünkü az evvel kamyon kamyon malzeme doldurmuştuk oraya.
Ama ben söylentilerinde etkisinde kalarak iskelet parçaları görmeyi ummuştum.
Neden mi?
Çünkü burada çalışmaya başladığımız zaman, yakındaki kale gibi çevrilmiş evlerden gelen bir ihtiyar “Taliban burada yol keserdi, her gün 15~20 kişiyi öldürüp bu kuyuya atardı”  diye işçileri korkutmaya çalışmış. Hatta bazen öldürmeden canlı canlı attıkları da olmuş. Aslında para için öldürüyorlarmış yolcuları.
“Bu adam böyle kesin konuştuğuna göre muhakkak kendiside bu cinayetlerin içindeydi”  diye düşündüm. Yaşadığı yer buraya bir kilometre kadar uzaktaydı. Taliban rejimi yıkılalı birkaç sene olmuştu. Adam (genellikle yapılanın aksine) Rusları değil Taliban’ı suçluyordu. Burada olup biteni görmemesi, duymaması, bilmemesi mümkün değildi. Eğer o da bu işin içinde olmasaydı, onu da zaten çoktan öldürmüş olurlardı. Burada, yani Afganistan’da “Taliban kimdi, şimdi neredeler” diye sorduğunuzda “Taliban herkesti” cevabını alırsınız. Taliban hareketi, biraz yakından bakıldığında görülür ki bir etnik ağırlıklı bir harekettir, ideolojik ya da fundamentalist bir hareket değilmiş. Burada Taliban kisvesi altında yol kesip eşkıyalık, katillik yaptıkları muhakkaktı.

Kitabın yanmasında bir gariplik vardı. Alevler yukarıya doğru değil, aşağıya doğru uzuyordu.
Aşağıya ??? !!!!
Nasıl yani????
Biraz dikkat edince derinlik fazla da olsa bir hava akımının yukarıdan aşağıya doğru, görünmeyen bir boşluğa doğru alev ve mazot dumanını çektiğini fark ettik.
Evet, mağara daha da derine doğru gidiyordu, yanarak attığımız kitap ve ondan önce ucuna taş bağlayarak sarkıttığımız ip bir sahanlık üzerinde kalmıştı.
Burası göründüğünden daha derin bir mağaraymış, hatta görünmeyen bir derinlik.

Ama burada daha fazla oyalanamazdık.
Gelecek sezon tekrar bu boşluğu açıp, gerekirse ve yapabilirsek doldurmak, ama olmazsa başka bir çözüm üreterek üzerinden geçmek için, şimdilik kaydıyla üzerine büyük bir taş koyduk ve tamamen kapattık.
Olur ya, bir araba, bir çoban, bir hayvan düşer.
Artık kış geldi, yolun kar ve buzdan kapanmaması için bakım çalışmaları yapıyoruz.
Bu yol, belki de Büyük İskender’in Hindikuş Dağlarını aştığı yoldur. Buradan önce Pakistan’a (ki o zamanlar elbette Pakistan yoktu. Politikanın ve paradigmanın coğrafyayı değiştirdiğine, yeni coğrafi alanlar oluşturduğuna burada şahit olunabilir) sonra da Hindistan’a geçti.
İskender’den 2000 yıl sonra aynı amaçla Sovyetler Birliği bu dağları aştı. Hemen akabinde globalleşme, demokratikleşme, özgürleştirme idealleri peşinde Anglosaksonlar geldiler. Ve biz şimdi onlar için bu yolu tekrar yapıyoruz. İskender’in Yunanlılarının filleri ve süvarileri vardı. Ruslar ve Amerikalıların tankları, topları, zırhlı personel taşıyıcıları var. Hepsi de yola muhtaç.

Afganistan kesintisiz işgal edilmiş gibi tarih boyunca. Hindistan’ın zenginlikleri batılı eşkıyaları daima buraya çekmiş.
Evet, artık her taraf bembeyaz.
Şu anda ne Taliban ne de USA, beyaz soğukluk herkesi sindirmiş durumda.
Baharda tekrar geleceğiz……

  TOPLUMUMUZ ARTIK SADECE ERGENLERDEN OLUŞUYOR?*   “Çocuklar İktidarda” kitabının yazarı İsveçli Psikiyatrist David Eberhard, liberal ye...