24 Eylül 2008 Çarşamba

GALATA KÖPRÜSÜNDE BABA-OĞUL 1990

GALATA KÖPRÜSÜNDE BABA-OĞUL 1990

Sirkeci iskelesine Kadıköy vapurundan indik. 

Kalabalıkta sıkışıp canı yanmasın diye kucağıma aldım. Büyük bir merak ve şaşkınlıkla etrafına bakınıyordu. İnsan kalabalığı, otomobil ve diğer araçların çokluğu,

 şehir hatları vapurları, deniz, martılar ve bütün bunların çıkardığı sesler. Gördüğü ve duyduğu bu şeyler iki buçuk yaşındaki bir çocuğun ilgisini muhakkak ki olağanüstü bir şekilde çekmişti.


Kalabalıkla birlikte iskeleden yavaş yavaş uzaklaştık. Kalabalık giderek seyrekleşti. Onu kucağımdan yere indirmeye karar verdim. Ama yere baktığımda gördüğüm pislik, tükürükler, balgam ve sümükler, ne olduğunu anlamadığım çeşitli renk ve biçimdeki lekeler beni bundan vazgeçirdi.


Bu kargaşadan şaşırmakta çok haklıydı. Deniz tarafında balıkçılar “balık ekmek” diye bas bas haykırırken, otobüs durakları yanındaki küçük barakalarda ne olduğunu benim bile anlamadığım garip müzik çığlıkları geliyor. Hemen solumuzda yere serilmiş çeşitli işporta tezgahları vardı. Oyuncak, kaset,giyim eşyaları. Hem onu memnun etmek, hem de güneşten korumak için bir şapka aldık. Çok hoşlandı. Sık sık elini başına götürüyor, şapkaya dokunuyordu.


Galata köprüsüne döndük. Denizi daha yakından görsün diye aşağıya indim. Hala kucağımdaydı. Merdivenlere kadar yavaş yavaş yürüdük. Merdivenlerin önünde durdum, korkuluğa yaslandım. İlgiyle kirli denize bakmaya başladı. Yüzü yüzüme çok yakındı. Kah profilini, kah ensesini, kah anlını görüyorum. 

Bu benim oğlum.

Kalkık üst dudağının altından ön dişleri daima görünüyor. Ama hiç bu kadar dikkatimi çekmemişti daha önce. Saçlarını bana benzetirdi annesi. Saçlarının yatış yönü benimkiyle aynıymış. Annem “bu çocuk senin gibi oynuyor oyuncaklarla” demişti.


Ne garip, o ayrı bir canlı, ama benden parçalar var.

Benim oğlum o.


Arkamızda bir kuruyemişçi var. Sakız v.s. satıyor. Döndüm, önüne yaklaştık. Tezgahtaki renkli ambalajlı çeşitlere bakmaya başladı. En sevdiğim huylarından birisidir bu, arsızlık edip “bana ille de bunu al !” diye tutturmaz hiçbir zaman. 

Hangisini istiyorsun?” diye sordum. Gözlerindeki seyretme ilgisi, tercih için arayan bakışlara dönüştü. Önce kuruüzüm-leblebi poşetine bakıyor zannettim. Bir tane alıp uzattım, eli ile itti. Fazla düşünmeden renkli kağıt ambalajlı bir sakızda karar kıldı, eline aldı. Cebimden çıkardığım metal beşyüz lirayı eline verdim. Bir sakıza bir de paraya bakıyordu. Ne yapması gerektiğini bilemiyordu elbette. “Onu amcaya ver oğlum” dedim. Sahip olduğu her şeyin bir bedeli olduğunu fark etsin istiyorum. Satıcı gülerek aldı parayı. “Hayırlı işler” dileyip ayrıldık tezgahın önünden. Ufak elleri ve tombul parmakları ile sakızın kağıdını açmaya çalışıyor. Acemi, fakat istekli ve ısrarlı çabalarıyla kağıdı katlarından ayırıp sakızı ağzına attığında, köprünün üzerine çıkmış, hatta epeyce de yürümüştük. 

Sakızın içinden bir otomobil resmi çıktı.

Sol kolunu boynuma dolamıştı. Sağ elinde ise otomobil resmi, ona öylece bakıyordu. Elini hafifçe yukarıya kaldırmış, sanki kırılmasından korktuğu bir yumurta taşıyormuş gibi parmaklarının ucunda dikkatli biçimde tutuyordu resmi. Onun için mutlaka çok önemliydi. Çünkü, evdeki oyuncakları arasında da benzer kağıt parçaları görmüştüm. Ama ilgisi biraz sonra dağıldı, tekrar etrafını seyre daldı.

Karaköy iskelesindeki şehir hatları vapuru bir çığlık koyverdi. Aniden irkildi, bir an korktu. “Bak bir gemi” dedim.”O düdüğünü çaldı, korkma”. Biraz daha sıkı sarılarak yanağına bir öpücük kondurdum. Rahatladı, kendini güvende hissetti, korkusu geçti. İskeleden yavaş yavaş açılan vapura bakmaya başladı.

Etrafımız kalabalıktı. Telaşla ya da yavaş yürüyen iyi  yada kötü görünüşlü insanlar, ihtiyarlar ve gençler, kadınlar ve erkekler, taksiler, kamyonet ve otobüsler, binalar, reklam panoları. Kıyasıya bir hayat kavgası, haksızlıklar,zulümler,ezilmeler, sömürülmeler.

Bütün bunların içinde ufacık bir çocuk. Kolunu boynumdan çekip başındaki şapkaya tekrar dokundu. Belli ki hala yadırgıyor başında yabancı bir nesne olmasını. Ama çıkarmadığına göre de hoşlanıyor demek ki. Tekrar boynuma sarıldı, göz göze geldik, gülümsedim. Baktı... anlamadı, sonra oda gülerek cevapladı, masumca. Tekrar boğazı seyretmeye başladı. Başında şapkası,bir elinde sakızdan çıkmış otomobil resimli kağıt parçası, göğsünde renkli resimleri olan sarı tişörtü, kısa pantolonu, ufacık ayaklarında şirin keten pantolonu. Yirmi yıl sonra bir parçası olarak kavgaya dahil olacağı bu dünyaya ne kadar uzak ve bir o kadarda savunmasız. O nu burada, bu köprünün üzerinde tek başına düşündüm. Korkuyla ağlayarak dikilip kalacaktır mutlaka. Elinde o çok önemli otomobil resmi, başında şapkasıyla kaldırımda. Gözlerinden yanaklarına, dudaklarının kenarına tane tane yaşlar boşanıyor. Burnu akmış ve sümüğü ağzına giriyor. İnsanlar etrafından gelip geçiyor, o ancak onların diz kapaklarına gelen boyu ile yüzlerini görmeye çalışıyor ağlayarak. Babasını, annesini arıyor. Elinde resmi, başında şapkası ağlıyor. Akşamı burada göremeyecek büyük ihtimalle, birisi alıp gidecek.

Oğlum benim, benim oğlum. Gayriihtiyari bir korkuyla biraz daha sıkı sarılmış olmalıyım ki canı yandı galiba, “ıııhh” diyerek kıpırdandı.

Ya birisi onu çalmaya kalkarsa, ne yaparım o zaman? Bir iki kişi olsa önemli değil, hallederim, ama ya daha kalabalık olurlarsa? Ya bana şu anda bir şey olursa, bir kaza ya  da bir şey? Aniden ölürsem şu anda, o ne yapabilir ki? Ya birisi, yanında bir polisle gelip de “işte benim çocuğum bu” derse nasıl ispat edebilirim ki? Keşke yanıma nüfus kağıdın almış olsaydım. Amaaan ne saçma düşünceler bunlar yaa!!!! Nereden geldi bu aptalca korkular aklıma şimdi? Ama evden de bu kadar uzaklaşmamalıyız bir daha onunla. Annesiyle olsak iyi olurdu aslında. “Artık gidelim” dedim, itiraz etmedi. Etmek istesede nasıl itiraz edeceğini bilemiyor ki zaten. Karaköy iskelesinden vapura bindik. Kadıköy'de hiç oyalanmadan belediye otobüsüne binerek eve geldik. Annesini görünce sevinçle şapkasını gösterdi. “Aman ne yakışıklı olmuş benim koçum” diyerek kucakladı annesi. Otomobil resminin hala elinde olduğunu farkettim. Odasına gitti, oyuncak sepetinin ters döndüğünü ve irili ufaklı bütün oyuncaklarını halının üstüne döktüğünü duyduk. “Gene ortalığı dağıtıyor, yeni topladım odasını” diye söylendi annesi. Odasından, o çocuk sesiyle garip bir şekilde bağırdığı duyuluyor. “Ne yapıyor bu?” diye sordu annesi. “Vapur taklidi yapıyor” dedim. “Onunla gezmeye çıktığınızda fazla uzaklaşmayın”, dedi......“olur” dedim.

17 Mayıs 2008 Cumartesi

MİRNİ BEY -1- (MASAL)

MİRNİ BEY -1-

Bir varmış bir yokmuş, Allahın kulu pek çokmuş.
Bu kullardan iki tanesi de birbirlerine çok uzak olarak yaşayan samimi dostlarmış.
Bir gün biri, diğeriyle şöyle karşılıklı oturup hasret gidermek için yola çıkmış ve arkadaşının memleketine gitmiş.
İki arkadaş buluşunca birbirlerine sarılmışlar, uzun uzun konuşarak hasret gidermişler.
Akşam olunca da yemekler hazırlanmış, sofra kurulmuş. Ev sahibi misafirini sofraya buyur etmiş. Misafir, uzun yolculuğun verdiği yorgunlukla, iştah içinde sofraya oturmuş, ama bakmış ki ev sahibi oturmuyor, eline kocaman bir sopa almış kenarda bekliyor.
Misafir hayret içinde arkadaşına neden sofraya oturmadığını sormuş ve hatta elindeki sopanın ne anlama geldiğini merak etmiş.
“Dostum bizim buralarda fare denilen bir hayvan var, hiç rahat vermezler bize. Özellikle yemeklerde çok rahatsız ederler. Bu sebeple yemek sırasında içimizden birisi muhakkak nöbet tutar ve fareler gelirse kovalar, diğerleri de yemeklerini rahat rahat yerler” demiş.
Misafir yemeğe başlar başlamaz da fareler birer ikişer ortaya çıkmaya başlamışlar. Ev sahibi de sopa ile başlamış pat, küt vurarak fareleri kovalamaya, öldürmeye. Bir süre sonra her taraf fare ölüsü dolmuş.
Misafir bu manzara ve durumdan dehşete düşmüş. “Dostum bu böyle olmaz, farelerle böyle başa çıkılır mı hiç, şu hale bak.”
“Ne yapabiliriz ki başka”
demiş ev sahibi, “ancak bu şekilde engelleyebiliyoruz fareleri”.
Misafir gülmüş bilgiççe; “kardeşim” demiş, “bizim oralarda kedi dediğimiz bir hayvan vardır. Ufak tefek bir hayvandır ama bu farelerin kökünü kurutur. Şimdi burada bir tane olacaktı ki bu farelerin bir tanesi bile burada bulunamazdı”.
Ev sahibi şaşkınlık içindeymiş. “Ne diyorsun sen, gerçekten mi?” diye hayret ve merakla sormuş.
“Elbette” demiş misafir olan, “ama kaygılanmana gerek yok artık, ben geriye memleketime dönünce hemen sana bir tane kedi göndereceğim ve sizi bu çileli işten, bu işkenceden kurtaracağım”.
Ev sahibi merak içinde sormuş tekrar “yani, bütün fareleri yer mi, bitirir mi bu kedi dediğiniz hayvan.”
“Merak etme hiç sen o çok seçici değildir, ne bulursa yer, ne verirsen yer, yemek seçmez hiç”
demiş misafir.

Misafirlik bitip de memleketine dönünce söz verdiği gibi arkadaşına bir kedi yavrusu göndermiş. Küçük, tekir, sevimli bir yavruymuş bu.

Hediyeyi alan ev sahibi çok sevinmiş bu duruma. Yavru kediye büyük bir özen göstererek bakmış, en güzel yiyeceklerle büyütmeye başlamış. Kedi de çok atak ve avcı bir kediymiş hani. Etrafta bu kadar fare varken sık sık avlanmaya başlamış. Avlandıkça tecrübesi artmış, tecrübesi arttıkça da daha fazla fare avlamaya başlamış. Giderek de irileşmeye, pençeleri ve dişleri büyüyüp sivrileşmeye, keskinleşmeye başlamış.

MİRNİ BEY -2- (MASAL)

MİRNİ BEY -2-
Neredeyse iri bir köpek yavrusu kadar büyümüş. Ama herkes memnunmuş kedinin varlığından. Artık kimse elinde sopa ile yemekte nöbet beklemiyor, yemeklerini huzur içinde yiyorlarmış. Hem, artık fareler bittiği için ambarlarındaki yiyecekleri kirlenmiyor, mikroplanmıyormuş. Hastalıklar azalmış, çocukları daha sağlıklı gürbüz olmaya başlamış.
Ama kedi sahibini bir düşünce, bir tasa sarmaya başlamış. Bu kedi denilen yaratık fare denilen beladan kendilerini nerdeyse kurtarmış, bu doğru imiş. Ama fareler bitip tükenince ne olacak? Bu kediyi gönderen arkadaşının söyledikleri hiç aklından çıkmıyormuş..
“Ne bulursa onu yer bu kedi !”
Hele bir gün gördüklerin iyice paniklemesine sebep olmuş. Bu kedi denilen mahlûk ağzında bir kuş ile orman tarafından geliyormuş. Kuş çırpınıyormuş ama boşuna tabii ki. Kedi kuşu birkaç hamlede parçalayıp hemen afiyetle yemiş, bitirmiş.
“Ya kuşlarda bitiverirse hemencecik, tıpkı fareler gibi... o zaman bu kedi insanları yemeğe başlamaz mıydı?”

Köylüler bir araya toplanıp bu konuya çözüm aramaya başlamışlar.
Sonunda bu kediden ancak onu öldürmekle kurtulacaklarına karar vermişler. Ama bu işi nasıl yapacaklardı. Bu canavara nasıl yaklaşıp da onu öldüreceklerdi.
İçlerinden birisi buna da bir çare bulmuş. Eski, kullanılmayan bir evin içine birkaç tane fare koyacaklar, kedi de o fareleri yakalamak için eve girince kapıları pencereleri hemen kapatacaklar. Sonrada evi ateşe verip içindeki kedi ile birlikte yakıp kül edeceklermiş. Hepsi bu planı çok beğenmişler ve hemen uygulamaya geçmişler.
Evin içine bıraktıkları fareler tıkırdamaya başlayınca kedi bu sesi duymuş hemen. Birkaç hamlede sıçrayarak eve dalmış. Kedinin eve girdiğini gören insanlar sessizce eve yaklaşarak kapı ve pencereleri kedinin üzerine kapatıvermişler. Çabucak evin etrafına çalı çırpı yığarak ateşe vermişler içerideki kediyle.

İnsanlar hemen kaçışmışlar ve kuytu yerlere, ağaç arkalarına köşe başlarına saklanmışlar. Ama elbette çok merak ediyorlarmış olacakları. Saklandıkları yerden korkarak gizlice bakmaya başlamışlar alevlerin yakmaya başladığı eve.

Ama... o ne??? Kedi alevlerin arasından hoplaya zıplaya çatının en yüksek yerine çıkmamış mı?

Gerçekten de alevlerin arasında kalan kedi can havliyle bulduğu ilk aralıktan, henüz alevlerin ulaşmadığı tavan arasına ve oradan da çatının tepesine atıvermiş kendisini. Burada biraz nefeslenerek yanmış olan ayaklarının tüylerini yalamaya başlamış.

Kedinin bu şekilde hareket ettiğini gören gözcü insanlardan birisi hemen geriye arkadaşlarının yanına koşmuş.
“Arkadaşlar biz mahvolduk artık... Kediye ateşten bir şey olmamış. Üstelik çatıda etrafı kolaçan ediyordu beni görünce de kollarıyla göstererek tehdit etti. “Bu yana da gitseniz sizi bulup yalayıp yutacağım, şu yana da gitseniz sizi bulup yiyeceğim” diye kollarını yalayıp duruyordu. Sizi bilmem ama be hemen buradan kaçıp uzaklara gidiyorum.”

MİRNİ BEY -3- (MASAL)


MİRNİ BEY -3-

Bunu duyan durur mu hiç orada? Eşyalarını bile toplamadan, bir daha geri dönmemek üzere koşarak uzaklaşmışlar.

Bir süre sonra zaten bütün o evler, kilerler, depolar harabeye dönüşmüş ve oraların sahibi gerçekten kedi olmuş.
Daha sonra yakınlardan geçen bir tilki orayı görünce yaklaşmış ve kedi ile tanışmışlar. İyi arkadaş olmuşlar. Artık beraber avlanıyor, yiyip içiyorlarmış.

Böyle sakin geçen günlerden bir gün tilki ava çıkmış ve biraz sonra da iri bir horoz avlamış. Arkadaşının yanına dönerken birden önüne kurt çıkıvermiş. Kurt bakmış ki bir tilki ve ağzında iri bir horoz.

Bırakır mı hiç aç haldeyken o horozu.
“Şu horozu hemen bırak bakayım” demiş tilkiye.
Tilki tırsmış. “Önemli değil hemen bırakır giderdim sana bu horozu ama...”
Kurt iri dişlerini tehditle göstererek “aması da ne, hemen bırak horozu!” diye sesini yükseltmiş.
“Bu horoz hediye gidiyor”
Kurt meraklanmış “kime hediye gidiyormuş?”
Tilki “MİRNİ BEY’E gidiyor” demiş.
“Kimmiş bu Mirni Bey?” diye sormuş kurt.
Tilki, kurt’u korkutup horozu kurtarmak için tehditkâr şekilde “horozu alırsan anlarsın” diye cevaplamış.
Bunu duyan kurt gerçekten ürkmüş, bu tanımadığı Mirni bey başına iş açabilirmiş. Tilkiye yol vermiş.
Tilki “oh be kurtardık horozu” diye sevinerek yoluna devam ederken bu seferde iri dişli, güçlü ve aç bir domuzla karşılaşmış.
Horozu gören domuz sevinmiş. “Aman, gökte ararken yerde buldum, ver bakalım şu horozu da karnımızı güzelce bir doyuralım” diyerek horoza uzanmış.
Ama tilki artık nasıl davranacağını öğrenmiş tabi. “Al senin olsun, afiyet olsun Domuz kardeş, ama bil ki bu horoz hediye gidiyordu” demiş. Domuz sormuş merakla kime gittiğini.
“Mirni Beye gidiyor”
“Kimmiş bu Mirni Bey bakayım?”
“Horozu alırsan anlarsın kim olduğunu?”
Bu cevap karşısında domuz tırsmış ve horozu almaktan vazgeçip tilkinin yolundan çekilmiş.
Tilki hızlı adımlarla horozu götürürken birden bir bire ayı çıkmış karşısına. Açlıktan karnı guruldayan ayı sevinmiş tabii böyle iri bir horoz görünce. Şu çelimsiz tilkinin elinden kolayca alacağını zannederek, “hop, dur bakalım, horozu hemen bırak şuraya ve uzaklaş başımdan!” demiş.
Tilki uysal bir tavırla “tamam ayı abi al senin olsun bu horoz, ama o hediye gidiyor, bilesin”
Ayı diklenmiş “ne hediyesiymiş, kime gidiyormuş?”
“Mirni beye gidiyor”
demiş tilki.

MİRNİ BEY -4- (MASAL)


MİRNİ BEY -4-

Ayı duraksamış. Bu adı hiç duymamışmış ormanda. Korkmuş, nasıl birisi olduğunu bilmediği birisinin hediyesine dokunmak istememiş.
“Tamam, götür bakalım hediyeni” diyerek tilkiye yol vermiş.
Tilki ormanın bu kabadayılarından kurtardığı horozla birlikte nihayet arkadaşı olan kedinin yanına gelebilmiş. Akşam olunca bir yandan karınlarını doyuruyorlar, bir yandan da sohbet ediyorlarmış.

Tilki ve kedi böyle yemek yerlerken, ormanın bir kuytu köşesinde üç arkadaş bir araya gelmişler. Kurt, domuz ve ayı sohbet ediyorlarmış. Kurt demiş ki;
“Arkadaşlar bu gün ormanda dolaşırken bir tilki gördüm, ağzında da kocaman bir horoz vardı. Ama maalesef tilkiden o horozu alamadım. Şimdi benimle alay edeceksiniz bir tilkiden bir horozu alamadım diye. Ama durum bildiğiniz gibi değil, ormana Mirni bey diye birisi gelmiş, tilkide horozu ona hediye götürüyormuş. Ben tanımadığım için bu Mirni beyi başıma bir iş almayayım diye tilkiyi gönderdim. Ne olur ne olmaz, nasıl bir hayvandır bu bilmeden kafa tutmak olmaz di mi arkadaşlar?” Demiş.
Bu hikâyeyi duyan domuz ve ayıda aynı tilkiyle karşılaştıklarını ve kendilerinin de korkarak tilkiye yol verdiklerini söylerler.

Üç kafadar orman arkadaşı, bu güne kadar görüp tanımadıkları Mirni Bey denilen bu hayvanı çok merak etmeye başlamışlar. Korkuyorlarmış, ormanda kendilerinden güçlü bir hayvanla düşmanlık yaşamak istemiyorlarmış. Ama bu Mirni Bey de nasıldır, nasıl görünür, boyu posu nedir bilmiyorlarmış. Sonunda “bir ziyafet verelim ve Mirni Bey ile tanışalım” kararına varmışlar.
Hemen ormanın en güzel yerinde olan pınarın başına giderek ziyafetin hazırlıklarına başlamışlar. Ateşler yakılmış, kazanlarda yemeklere pişmeye başlamış. Ormanın en güzel yemeklerini hazırlamaya başlamışlar.
Ama asıl sorun herkesi korkutuyormuş. Mirni Beyi kim çağıracak, kim davet edecek ziyafete. Domuz, kurdun kulağına fısıldamış, “şu saf ayıyı gönderelim” diye.
Kazanların altına odun atan ayının yanına gelmişler.
“Ayı kardeş içimizde en yakışıklısı sensin. En güçlü kuvvetlimizde sensin.”
Domuz devam etmiş. “Aslında tabi yakışıklılık ve güçlülük önemli ama sende bir özellik var ki o bizde yoktur. Sen en akıllı ve iyi konuşan orman sakinisin.”
“Eeee, ne var bunda, evet öyleyim elbette”
diye böbürlenmiş ayı.
Kurt , “işte bu sebepten seni göndermeye karar verdik” demiş.
Ayı saf saf bakarak sormuş, “nereye göndereceksiniz beni?”.
“Mirni beyi davet etmeye!!”
Ayı, bu kadar iltifata dayanamamış ve kabul etmiş bu görevi.

Ziyafet yerinden ayrılan ayı, Mirni beyi nasıl bulacağını düşüne düşüne ormanda giderken bir de bakmış ki karşısında o tilki. Ayıyı gören tilkide bir korku başlamış. “Eyvah!” diye düşünmüş. “Mirni bey olayını anladı şimdi beni döve döve öldürür bu ayı”. Ama ayı hemen en şirin ve saf haline bürünüp tilkiyi selamlamış. Hal-hatır sorduktan sonra korkudan titreyen tilki biraz rahatlamış. Sonunda ayı konuyu açmış. “Tilki kardeş biz bu akşam bir ziyafet hazırladık ve elbette Mirni Bey kardeşimizle seni aramızda görmek isteriz, bizi kırmaz da gelirseniz çok seviniriz” demiş. Korkusu tamamen giden kurnaz tilki içinden gülmüş ama bunu hiç belli etmemiş tabi ayıya. “Tamam, ayı kardeş, benim için bir sorun yok ben seve seve gelirim, ama Mirni bey adına konuşamam, ona bir söyleyeyim, kabul ederse beraber geliriz” demiş.

MİRNİ BEY -5- (MASAL)


MİRNİ BEY -5-
Ayı, Mirni beyi çok merak ediyor, korkuyor da, ama yanlarında tilki olursa bir şey yapmaz diye düşünerek “tamam o zaman haydi beraber gidelim de Mirni beye söyleyelim” diyerek kedinin bulunduğu harabelere gelmişler.
Mirni bey daveti kabul etmiş ve birlikte ormanın derinliklerine doğru yürümeye başlamışlar.
Böyle sohbet ede ede yürürlerken birden kedinin yanındaki çalının dalından bir kuş ürker ve pııır diye havalanmak isterken Mirni pat diye bir pençede kuşu yakalayıverir ve hemen iki lokmada çıtır çıtır yer bitirir.

Bu olay ayıyı dehşete düşürür. Hayatında bir kuşu yakalamanın imkânsız olduğunu düşünen ayı korkudan ödü patlar. “Ya yemekleri beğenmezse Mirni Bey, ya yemekler yetmezse, ya karnı doymazsa? O zaman bu vahşi avcı, küçük ama şeytan gibi olan bu canavar bizi de yer, uçan kuşu havada yakalayan Mirni bizi haydi haydi yakalar” diye başlar korkmaya.

Ayı bu gördüklerini ve Mirni beyin nasıl bir hayvan olduğunu muhakkak arkadaşlarına anlatması gerektiğini düşünerek bir kurnazlık yapar.
“Arkadaşlar, şimdi siz bu yoldan doğruca giderseniz bizim kazanların kaynadığı ziyafet alanına ulaşırsınız, ben elbette geleceğim ama şu dere kenarında bir arkadaş var onu da çağırsam iyi olur, sonuçta o da dostumuz değil mi?” diyerek hemen yan taraftaki ağaçların içine dalarak gözden kaybolur. Tilki ile kedi bu duruma pek anlam veremezler ama önemlide değildir, nasıl olsa yolu öğrenmişler ve karınları da hayli acıkmıştır. Yola devam ederler.

Ayı, tilki ve kedinin yanından ayrılır ayrılmaz koşarak kurt ve domuzun yanına gelir. Nefes nefese gördüklerini anlatır. “Aman arkadaşlar, bu nasıl bir hayvandır, nasıl bir canavardır inanamazsınız. Bu Mirni şöyle küçük bir yaratık aslında. Ama ne uçan ne kaçan kurtuluyor elinden. Pençeyi koydu mu işini bitiriyor avının, çevikliğine diyecek yok, ormanda onun gibi seri, hızlı bir yaratık görmedim”. Üçünü de bir korku alıyor. Ayı çeşmenin yanındaki asırlık dev kavak ağacına tırmanmaya başlıyor ve bir yandan da “ben bu işte yokum arkadaşlar, Mirni neredeyse gelir kaçmaya vakit yok ben buraya tırmanıyorum” diye söyleniyor. Çıkabildiği en yüksek dala tırmanır ve orada yaprakların arasına gizlenerek oturur.

Ayının korkusunu gören domuz paniğe kapılır, nereye saklanmalı, Mirni’de şimdi gelecek diye, yerde kümelenmiş gazellerin içine atar kendini ve iyice üstünü örterek gömülür.

Kurt daha ne oluyor demeye kalmadan ayak sesleri duyar, can havliyle kendisini en yakın böğürtlen çalılarının arasına atar gizlenir.

Mirni ile tilki de sohbet ede ede kazanların başına gelmişler. Ama bakmışlar kimsecikler yok ortada. Kazanlar hazır, her çeşit yemek yapılmış, hatta tatlı olarak irmik helvası bile yapılmış. Biraz beklemişler. Ama ne gelen var ne giden, zaten iyice acıkmışlar. Kazanlar yemek dolu, bu ikisi iyice aç, sonunda dayanamayıp başlamışlar yemeğe. Mirni ile tilki yemek yerken bizim korkak kafadarlar ara sıra saklandıkları yerden göz ucu ile olup bitene bakıyorlarmış. Kedi ile tilkinin iştahla kazanlara saldırdıklarını görünce saklanmakta iyi yaptıklarını düşünmüşler zaten.

Tilki ile kedi de karınlarını iyice doyurmuşlar, suyun başında oturup sohbete başlamışlar. Yemeklerin güzelliğinden, ama ziyafet sahiplerinin ortada görünmemesinden filan konuşuyorlarmış.

Bu arada gazellerin içinde gizlenmiş olan domuzun kulağı dışarıda kalmış, o da konuşulanları daha iyi duymak için kulağını kıpırdatmaya başlamış. Ama kıpırdanan domuzun kulağı kuru ağaç yapraklarını haşurt huşurt diye karıştırınca birden kedinin dikkatini çekmiş. Kedi domuzun kulağını bir anda görünce onu fare zannederek şimşek gibi dalmış kuru yaprakların üstüne. Domuz, kedinin kendisini yemeğe geldiğini sanarak korkuyla yattığı yerden kalkmış. Kedi bir anda kendisini kocaman bir domuzun üzerinde bulunca korkuyla en yakındaki ağaca atmış kendini.

Meğerse ayı da o ağaçta saklanmamış mı? Ayı aşağıda olanları görüyor elbette. Bakıyor kedi ağaca tırmanmaya başlamış. “Eyvah” diyor. “Mirni, domuzu hakladı beni burada gördü, şimdi beni parçalamaya geliyor”. Ayı kendini ağaçtan atıveriyor aşağıya ve paat diye domuzun üzerine düşüyor. Ağaçtan düşen ayıyı gören kedi iyice paniğe kapılıyor ve hemen en yakın böğürtlen çalısına saklanmak istiyor ve dalıyor içine.

Kedi böğürtlenlerin içine dalınca oraya saklanmış olan kurt “ahha!! işte sıra bana geldi şimdi, beni de haklayacak bu canavar” diyerek kaçmaya çalışıyor. Ama korkudan çalının içinde, iyice dallara yapraklara dolanıveriyor, zaten dikenli olan çalının dalları kurda saplanmış, kaçamayan kurt korkudan ödü patlayarak ölüyor.

Biraz sonra tilki ve kedi olanları anlamaya başlıyorlar. Bakıyorlar ki ormanın en kabadayı hayvanlarının hepsi ölmüşler. Üstüne ayı düşen domuz ezilmiş ölmüş, yüksekten düşen ayı zaten hemen ölmüş, kurt çalıda asılı kalmış ölmüş.

Tilki bu olayı ballandıra ballandıra ormanda her gördüğü hayvana anlatmaya başlamış. Artık herkes Mirni Bey isimli hayvanın ormanda en güçlü hayvan olduğuna inanmış.
Mirni bey ve tilki de ömürlerinin sonuna kadar ormanda rahat içinde yaşamışlar.

Onlar ermiş muratlarına, haydi sizde çıkın kerevete.....

(Raşit ÇETiN’den aktarılmıştır.)

27 Nisan 2008 Pazar

MÜH. EĞİTİMİNDE YENİ YAKLAŞIMLAR PDÖ -1-


MÜH. EĞİTİMİNDE YENİ YAKLAŞIMLAR

Doç.Dr. Türkay BARAN
Doç. Dr. Serap KAHRAMAN
Dokuz Eylül Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, İnşaat Mühendisliği Bölümü,
Buca-İzmir, TÜRKİYE

ÖZET
ABET (The Accreditation Board for Engineering and Technology) tarafından mühendislik, matematik ve fizik bilimlerinin, çalışma, deneyim ve uygulama ile kazanılan mühendislik mantığının kullanılarak, doğal kaynakların ve gücün ekonomik olarak insanlığın yararına sunulması ; mühendislik eğitiminin temel ölçüsü ise, üretken bir mühendislik kariyerini sürdürmeye yönelik, profesyonel gelişmeye açık mezunlar yetiştirmeye yönelik olmak olarak tanımlanmaktadır.

Modern mühendislik eğitiminde, öğrenciye dar açıdan bir teknik bilgi kazandırmanın yeterli olmadığı kabul edilmektedir. Günümüz teknoloji toplumunun eğitim felsefesi; yalnızca teknik sorunları çözme yeteneğine sahip mühendisler yetiştirmek yerine, sorunu bütün olarak kavrayabilen mühendisler yetiştirmeye yönelmektedir. Mühendislik eğitimi, öğrencinin ufkunu genişletmeli ve temel sorunların ortaya konabilmesine yardımcı olmalıdır.

Sunulan çalışmada, Fakültemizde uygulanmaya başlanan “Probleme Dayalı Öğrenme” modelinin mühendislik eğitiminde uygulamaları ele alınmaktadır.

GİRİŞ
Eğitim, toplumun yönlendirilmesinde başarıya ulaşmak için kullanılabilecek en etkili araçtır. Dünyadaki hemen her devletin eğitim politikalarının yönü, egemen gücün yönünü de gösterir. Gerek dünyadaki durumun değerlendirilmesi, gerekse izlenen eğitim politikalarıyla tam anlamıyla demokratikleşebilen ülkelerde, egemenlik büyük ölçüde halkın olduğundan bu yön özgürlüğe doğrudur. Dolayısıyla, bu tür ülkelerde eğitimin amacı bireyin değerini ortaya çıkarmaktır (Pirsig 1995 ).

Küreselleşmenin getirdiği birçok sorundan biri de uluslararası rekabet olarak tanımlanabilir. Rekabetten üniversitelerin payına düşen, mezunlarının uluslar arası arenada kabul görmesi olmaktadır. Bu nedenle, son yıllarda ABET kriterleri ve eşdeğerlik (akreditasyon ) üzerinde sıkça konuşulan kavramlar halini almıştır.

ABET tarafından hazırlanan ve sürekli güncellenen Mühendislik Kriterleri 2003-2004, mühendislik eğitimi veren programların geliştirmesi gerekli özellikleri aşağıdaki biçimde tanımlamaktadır (ABET 2003):

Matematik, temel bilimler ve mühendislik bilgilerini uygulama yeteneği,
Deney tasarımı, deney yapma, veri analizi ve veri yorumlama yeteneği,
İstenen özelliklere sahip bir sistemi, bileşenlerini veya çözüm yöntemlerini tasarlama yeteneği,
Disiplinler arası bir grup içinde çalışabilme yeteneği,
Mühendislik problemlerini tanımlama, modelleme, çözme yeteneği,
Profesyonel ve etik sorumlulukların farkında olma,
Etkin biçimde iletişim kurabilme yeteneği,
Mühendislik çözümlerinin evrensel ve toplumsal bağlamda etkisini kavrayabilecek geniş bakış açısı oluşturabilme,
Gereksinimleri tanımlama; yaşam boyu öğrenmeye çalışma yeteneği,
Yürürlükte olan yönetmelikler ile ilgili bilgi sahibi olma,
Mühendislik uygulamaları için gerekli modern mühendislik araçlarını, becerilerini ve tekniğini kullanma yeteneği .

AMAÇ
Üniversite ve Mühendislik Eğitimi
Üniversite; bilimsel üstünlüğün, akademik yeteneğin ve yönetim yetkinliğinin ağır bastığı bir ortamdır. Üniversitelerin görevi, dünyaya geniş açıdan bakan, özgür düşünen ve düşüncelerini ifade edebilen insan yetiştirmektir. Amaç, üst düzeyde öğretim ve araştırma yaptırarak, topluma bilimsel düşünme yeteneği ve becerisine sahip bireyler hazırlamaktır. Bir başka deyişle, üniversite; özgür düşünceyle doğrunun arandığı, soru sormanın, tartışma yapmanın öğretildiği, aklın “dogma”ya üstünlüğünün kanıtlandığı ve topluma bu doğrultuda katkıda bulunacak sorumluluk bilincine sahip bireyler yetiştirmenin hedeflendiği bir yapıdır (Gökçe 1990). Üniversite, yaratıcı düşünceye, kendi dışındaki değerlerin baskısından kurtulup, özgürce yönünü saptayarak ortaya çıkabildiği ortamı sağlar (Gasset 1998).

Üniversite, aydın insan yetiştirmesi gereken bir kurumdur. Aydın kişi, geniş bir ilgi alanına sahip, mesleğinde uzmanlaşmış, alanındaki gelişmeleri izleyebilen, dolayısıyla çok okuyan ve düşüncelerini yazıya dökebilen kişidir (Baran ve Kahraman 1999, Yozgat 2000).

Üniversitelerde sürdürülen mühendislik eğitiminde, çoğunlukla teknik dersler etrafında şekillenen mevcut eğitim sistemi, adeta verimliliğin bilgiye bağlı olduğunu işaret etmektedir. Daha fazla bilgi, daha iyi sonuç biçimindeki bu yaklaşım, ilkokul çağından başlayarak yıllar yılı yaşamdan kopuk, gereksiz bilgilerle beyni doldurulan öğrencinin, yüksek öğretimde de alışkın olduğu ezberciliğe yönelmesine yol açmaktadır. Oysa, bilgi gereklidir ama yeterli değildir (Newport ve Elms 1997). Günümüzde, işverenler daha az teknolojik bilgiye sahip, ancak daha fazla kendini geliştirmiş mühendisler istemektedirler (Henshaw 1991). Burada tanımlanan, liderlik niteliğine sahip; risk almaktan çekinmeyen; kendine güvenli; ekonomik, sosyal ve yasal çerçeveyi birarada düşünebilen; yaratıcı düşünceye sahip; iletişim kurabilen mühendislerin aranır olmasıdır (Doğançay 1999).

Günümüzde, nüfus patlaması ve şehirleşme sonucu değişen toplum yapısının artan biçimde ortaya koyduğu baskı, mühendisin bilgi ve görüşünü gelenekselin ötesine çıkarmasını zorunlu kılmaktadır. Kıt olan doğal ve ekonomik kaynakların kullanımı, bilgi ya da veri eksikliğinin oluşturduğu güçlükler, sınır şartlarını oldukça karmaşık hale getirdiğinden, çeşitli unsurların birarada değerlendirilerek aralarındaki ilişkilerin hedefler açısından belirlenmesi gerekmektedir. Bu gereklilik, mühendislik projelerinde disiplinler arası sorun ve yöntemlerin ağırlık kazanması sonucunu doğurmaktadır. Günümüz mühendislik projeleri teknik, ekonomik, iletişimsel, çevresel sorunlara etkin yanıtlar ortaya koymayı gerektirmekte; toplum yaşamsal sorunların çözümünü mühendisten beklemektedir (Baran v.d. 1997, Baran ve Kahraman 1999, Sorguç 1993, 1997).

Mühendislik Eğitiminin Hedefleri
Mühendislik eğitiminde ana hedef, toplumun bugünkü ve yarın oluşacak gereksinimlerine çözüm oluşturabilecek niteliklere sahip elemanlar yetiştirmektir. Sözü edilen eğitim sürecinin de uygulamaya paralel olması gerekmektedir.

Modern mühendislik eğitiminde, öğrenciye dar açıdan bir teknik bilgi kazandırmanın yeterli olmadığı kabul edilmektedir. Günümüz teknoloji toplumunun eğitim felsefesi; yalnızca teknik sorunları çözme yeteneğine sahip mühendisler yetiştirmek yerine, sorunu bütün olarak kavrayabilen mühendisler yetiştirmeye yönelmektedir. Mühendislik eğitimi, öğrencinin ufkunu genişletmeli ve temel sorunların ortaya konabilmesine yardımcı olmalıdır .

Dolayısıyla, modern mühendislik eğitiminin ana amacı mühendislik esaslarını ve öğrenmeyi öğretmek olarak tanımlanabilmektedir. Sunulan çalışmada, mühendislik eğitiminde bu kriterlerin farklı eğitim modelleriyle yakalanabilirliği, Dokuz Eylül Üniversitesi’nde uygulanmaya başlanan Aktif Eğitim modelinin İnşaat Mühendisliği eğitiminde uygulanabilirliğinin tartışılması amaçlanmaktadır.

MÜHENDİSLİK EĞİTİMİNDE YENİ YAKLAŞIMLAR
Milli Eğitim Sistemindeki Sorunlar
Türk eğitim sistemi esas olarak skolastik öğretime dayanmaktadır. Skolastik öğretimde öğretmen araştırmacı değil nakilcidir. Kullanılan belli kitaplar vardır, öğretmen sadece bu kitapların sözcüsüdür. Bu bakımdan öğretmenin kişiliği önem taşımaz, kolaylıkla başkası onun yerine geçebilir. Öğretilen malzeme belli kalıplarla dondurulmuştur. Amaç, bu kalıpları özümseyip öğretmektir. Skolastik öğretim öğrencinin, öğretmenin otoritesine kayıtsız şartsız boyun eğmesine dayanır (İpşiroğlu 1997a, b).

Dolayısıyla, kitabın yazdığı ve öğretmenin söylediğinin tek ve biricik gerçek olduğu anlayışıyla yetişen öğrenciye tartışma olanağı verilmemektedir. Böylece, eğitimin biçimi öğrenciyi ezberciliğe, yargıları irdelemeden kabule, düşünmeden eyleme geçmeye zorlamaktadır.

Klasik lise sistemi, her türlü teknolojik bilgi ve beceriden uzak, ancak üniversite öğrencisi adayı olabilen, topluma yararsız ve uyumsuz mezunlar vermektedir. Ulusal ve özgün olmayan eğitim sistemi, verdiği mezunların toplumda geçerli iş bulmalarını da sağlayamamaktadır. Lise mezunları onbir yıllık uzun bir eğitim döneminden sonra hiçbir işe yaramayan kişiler olarak topluma salıverilirler (Kongar 1994).

Eğitim Davranışları
Günümüzde eğitim ve öğrenme ile ilgili bu anlamdaki en önemli gelişme, eğitim bilimci Bloom tarafından tanımlanan taksonomi olmuştur. Bloom, öğrenmenin değişik bileşenleri olduğunu ve bu bileşenlerin belirli basamaklar halinde öğrenme süreçlerinde yer alması gerektiğini söyler. Bu bileşenler arasında merak etmek, gereksinim duymak, motivasyon, sorgulama, kuşku duyma, araştırma, deneme, uyarlama ve pekiştirme yer alır. Bu bileşenler var olduğunda öğrenmenin tam ve yararlı olabileceği vurgulanır. Öte yandan bilgiye ulaşmanın ve öğrenmenin dört önemli basamağı bulunmaktadır. Önce temel kavramlar edinilir, bunu analiz etme ve sentezleme becerisi izler. En önemli basamak ise bilginin farklı bir amaçla kullanılması ya da değerlendirilmesidir. Bu evrelerin öğrenme süreçlerinde bir arada ancak farklı dozlarda yaşanması önemlidir. Bir başka tanımla bir öğrenme sürecinde her aşamada bu dört unsur yer almalıdır. Ancak, sürecin başında temel kavramların edinilmesi daha yoğun olarak yer alırken, sürecin sonlarına doğru bilginin değerlendirilmesi evresi öne çıkarılacaktır (Bloom 1971, Dicle 2001).

Eğitimdeki değişim içerisinde hiç bir unsur “probleme dayalı öğrenme” kadar günümüz eğitim etkinliklerine damgasını vurmamıştır. Probleme dayalı öğrenme, çağın küreselleşme süreci ile dönüştürülmeye çalışılan acımasız yanı ile buna bir ölçüde karşı koymaya çalışan eğitim biliminin bir çelişme noktası olarak tanımlanmaktadır. Bilginin yayılması ve hızla edinilmesi adına savunulan “öğrenmede problem kullanma” yaklaşımı günümüzde evrilerek sorunları belirleme, sorunun nedenlerini arama, sorunun nedenleri hakkında hipotez kurma, bu hipotezleri kanıtlamaya çalışma, bu çaba içinde bilgi sınırına varıldığında öğrenme hedefleri çıkarma, bu bilgiler ile sorunu giderme yeteneği kazanma ve bu fırsatla edinilen bir bilginin farklı bir yerde kullanabilmesi gibi çok yönlü yararlılıkları olan bir yöntem haline gelmiştir (Dicle 2001).

Probleme Dayalı Öğrenme
Eğitim bilimin fark ederek öğrenme yöntemleri ve eğitime soktuğu bir başka kavram da “bilginin bütünlüğüdür”. Hızla çoğalan bilgi ve belirli bir alanda derinleşme gereksinimi çağımızda her alanda uzmanlaşmayı beraberinde getirmiştir. Uzmanlaşma o alanda yoğunlaşanları bir savunma refleksine yöneltmiş, bilginin bütünlüğü yerine uzmanlık alanının en önemli olduğu duygusu yaratılmıştır. Her uzmanlık alanında edinilen bilginin tüme varım yöntemiyle bütünleştirilebileceği bu süreçte ortaya çıkan bir anlayış olmuştur. Oysa bilgi bütünsellik içinde tam bir anlam kazanır. Gerçek yaşamda bilgi karşımıza bu bütünselliği ile çıkar. Onu bu bütünlüğü ile görürüz, bilgiyi oluşturan parçaların ya da değişkenlerinin bilincinde olursak onu kullanabilir ve farklı bilgiler üretebiliriz. Bu nedenle eğitimde ve öğrenmede bu bütünlüğü korumak gerekmektedir (Dicle 2001).

Probleme Dayalı Öğrenme-PDÖ (Problem Based Learning-PBL) ilk olarak 1960’lı yıllarda Tıp Fakültelerinde eğitim sorunları çerçevesinde tartışılmay başlanmıştır. Kanada McMaster Üniversitesinde 1969 yılında ilk kez uygulanışından bu yana PDÖ giderek yaygınlaşmış ve özellikle Tıp eğitiminde yaygınlık kazanmıştır (Borrows ve Tamlyn 1989). Özellikle 1990’lı yıllarda PDÖ hemşirelik, hukuk, işletme, mühendislik, psikoloji gibi çok sayıda eğitim alanında uygulanmaya başlanmıştır (UD 2003). Ülkemizde de bu uygulamaya ilk kez Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesinde 1997 yılında geçilmiş bulunmaktadır. Üniversitemizin Mühendislik (Elektrik-Elektronik, Jeoloji, Jeofizik, Maden), Fen Edebiyat (İstatistik, Arkeoloji) Fakültelerinde de 2002 yılında PDÖ uygulamalarına başlanmıştır.

Özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya ve İngiltere gibi çeşitli ülkelerde yer alan 100’e yakın üniversitenin mühendislik fakültelerinde lisans programlarının, öğrenci merkezli biçime getirilmesi, takım çalışması ve probleme dayalı öğrenme becerilerinin kazandırılması yönünde düzenlendiği görülmektedir (NSF 2003).

MÜH. EĞİTİMİNDE YENİ YAKLAŞIMLAR PDÖ -2-




MÜH. EĞİTİMİNDE YENİ YAKLAŞIMLAR PDÖ -2-


Aktif Eğitimin Özellikleri
Ana Bileşenler
Aktif eğitimin ayırt edici 4 ana bileşeni olduğu söylenebilir ( Mortos 1997, Yüksel v.d 2002, Öztura v.d. 2002):
Öğrenci merkezli: Klasik eğitimdeki öğretici, merkezden uzaklaşıp grup bireylerinden biri konumuna geçmektedir. Bu durumda öğrencinin problemi sahiplenmesi ve öğrenme konularını grup içinde tartışarak belirlemesi esastır. Belirlenen konular bir sonraki oturuma kadar öğrenilmelidir. Eğitim yönlendiricisi bu konumda tartışmayı izlemek ve sadece konudan çok uzaklaşılmasını önlemek amacıyla yönlendirici sorularla tartışmaya katılmalıdır.

Probleme Dayalı: Mühendislik eğitiminde öğrenme konuları yıllara göre belirlendiğinde belli problemlerin bu konuların bir veya birkaçını öğrenmede yararlı olabileceği görülmüştür. Bu örneklerden yola çıkarak, belli bir konunun tüm yönleri ile öğrenilmesi sağlanabilir. Ancak öğrencinin problemin amacını daha iyi kavraması ve öğrenme konularını sahiplenmesi sağlanmalıdır. Bunun için kullanılan yöntem “Senaryolaştırma” sistemidir. Eğer yeterli ve uygun senaryolar üretilirse öğrencilerin motivasyonu en yüksek düzeyde tutularak, hem, senaryonun öğrenme hedeflerindeki mesleki bilgilerin çok hızlı alınması mümkün hale gelir, hem de ilgili yan konular (sosyal etkileşim, etik değerler, kaynak araştırma vb.) yeterince tartışılmış olur.

Bütünleştirilmiş : Bir mühendisin mesleki açıdan bilmesi gereken konular klasik eğitimde yıllara göre dağıtılmıştır. İlk yıllarda matematik ve temel bilimler, daha sonra mesleki teoriler ve yöntemler, son sınıflarda ise projelere ve sistemlere dönük bir yapılandırma mevcuttur. Ancak bu sistemin sakıncalı taraflarından biri öğrencilerin alt sınıflarda edindikleri bilgileri, üst sınıflara gelinceye kadar kısmen veya çoğu kez tamamen unutmasıdır. Bu nedenle, eğitim sisteminin yatay ve dikey olarak tümleştirilerek, her aşamada öğrenilen bilgilerin pekiştirilmesi ve birbiri ile ilişkilendirilmesi gerekir.

Teknoloji Kullanımı: Günümüzde öğrencilerin bilgileri elde etmeleri ve bunların pratik ve teorik uygulamalarını gözlemlemelerinde görsel araçlar ve olanaklar büyük önem kazanmıştır. Araştırma ve bilgi kaynaklarına erişimde başta elektronik kütüphaneler ve internet ortamı etkin olarak kullanılmalıdır. Bunun yanında eğitim sırasında çoklu ortam öğeleri ve animasyonlardan yararlanılması, çalışma mekanizmaları ve yapılarını çabuk kavrama açısından önemli olup edinilen bilgilerin kalıcılığına yardımcı olacaktır.

Modüler Yapı
Probleme dayalı eğitimde modüler bir yapılanma uygun görülmektedir. Modüler yapının amacı, öğrencilerin modül süresince yoğun olarak sadece verilen problem ve öğrenme hedefleri üzerine odaklanmalarının sağlanmasıdır. Modüller genellikle 2 veya 3 hafta sürelidir. Bu süre içinde her biri iki veya üç bölümden oluşan üç ya da dört PDÖ oturumu, destekleyici sunum ve gösteriler (dersler), uygulama ve/veya laboratuarlar, öğretim üyeleri ile görüşme ve tartışma saatleri bulunur. Bunun dışındaki tüm zaman öğrencilerin araştırma ve kendi çalışmaları için ayrılmıştır. Her modül bir sınav ile sonlandırılır.

Modül PDÖ Oturumları
Probleme dayalı öğretim sisteminin temeli PDÖ oturumlarıdır. Bu oturumlarda daha önceden planlanmış öğrenme konularının, konuyu en iyi şekilde açıklayan problemler doğrultusunda öğrenilmesi amaçlanmıştır. Söz konusu problemler senaryolaştırılmış halde öğrenciye bölümler halinde sunulur. Her bölümde öğrencinin bilgilerini gözden geçirmesi ve olay hakkında yeterince fikir üretmesi beklenir. Üretilen fikirler tartışma yolu ile, bir sonraki bölümde verilen ek bilgiler ve çıkarılan öğrenme hedefleri doğrultusunda edinilen yeni bilgilerin de kullanımıyla, azaltılarak, modül sonunda problemin çözüme ulaştırılması hedeflenir.

Öğrenme sürecinden (problemin çözümü için gerekli olan bilgilerin tanımlanması, öğrenme hedefleri, bu hedefe ulaşmak için gerekli kaynaklara ulaşılması , v.b) öğrenci sorumludur.

Değerlendirme sınav, ödev, v.b yöntemlerle yapılır.
PDÖ yönteminde, PDÖ’lere katılım, kişisel çalışmalar, grup içinde çalışmalar, derse katılım, sınıfa hazırlıklı gelme, dinleme ve konuşma yeteneği, gruba yeni bilgileri tartışma olanağı yaratma, v.b. çok sayıda özellik bütün olarak değerlendirilir. Sınavlar PDÖ sürecine benzer şekilde yapılır.

SONUÇ
PDÖ uygulanması kolay olmayan, zahmetli ancak keyifli bir eğitim sürecidir. Mühendislikte PDÖ uygulayan Delaware Üniversitesi, probleme dayalı öğrenmeyi geliştirmek amacıyla 1,23 Milyon dolar bağış sağlayabilmiştir (UD 2003). Dokuz Eylül Üniversitesi, öğretim üyelerinin özverili çalışmalarıyla benzer bir eğitim sürecini yaşamaktadır.

Bu süreçte görev alan öğretim elemanlarının üzerine düşen yük kimi zaman sınırlarını zorlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında PDÖ kimi zaman bedeli çok ağır olabilen bir dönüşümdür. Aktif eğitimin geri bildirim ve sürekli güncellenme gibi ayrılmaz iki bileşeni emek yoğun ve dinamik bir yapıyı beraberinde getirmektedir. Böylesine emek yoğun bir yapının sürekli kılınabilmesi ancak toplumsal desteğin oluşması ile olanaklı olabilecektir.

Üniversitelerin yalnızca meslek adamı değil, düşünen ve sorgulayan insanlar yetiştirmesi gerekliliğinden hareketle, kültür, spor ve yabancı dil konusunda da öğrencileri destekleyecek etkinlikleri içeren; öğrencileri yönlendiren eğitim modellerinin araştırılması, genç ve dinamik olduğu söylenen toplumsal yapımıza uyacak dinamik eğitim modellerinin tartışılması, bu konuda da ürünün (mezunların) nihai kullanıcısı sanayi ile işbirliği yapılması gerekmektedir.

Üniversite eğitimine, özelde mühendislik eğitimine yönelik olarak üstyapıda neler yapılabileceği, üniversiteler arasında ortak komisyonlar oluşturularak tartışılmalıdır. Eğitim süresi dahil (ASCE –American Society of Civil Engineering – ABD’de lisans eğitiminin beş yıla çıkarılmasını savunmaktadır), mühendis adaylarının lisans eğitimi sürecinde nasıl motive edilebileceği tartışılmalı, eğitimin meslek yaşamı boyunca süren, yaşayan bir nitelik taşıdığının öğrencilere kavratılması sağlanmalıdır.

30 Mart 2008 Pazar

BİR HAK ARAMA ÖYKÜSÜ 1.GÜN


BİRİNCİ GÜN
17-Ekim–2007 Çarşamba
Saat 06.45
Şantiyenin Türk personeli teker teker ofislere doğru ilerliyorlar. Toprak işleri şefi ve formeni park halindeki kamyon ve iş makinelerinin yanına gidiyor. Sanat Yapıları formenleri, yerel mühendislere bakınıyorlar. Günlük talimatlarını verecekler. Proje Müdürü (PM) her sabah olduğu gibi bu hareketleri gözlüyor, gerekli talimatları ve düzeltmeleri yapmaya hazır bekliyor.
Ama yerel personel, mühendisler hariç, hepsi şantiye dış kapısının dışında toplanıyorlar ve şantiyeye girmiyorlar. Sendika yöneticileri işçileri etraflarına topluyor, hararetli bir konuşma başlıyor. Konuşmalar yerel dilde olduğu, İngilizce olmadığı için Türk personel ne konuşulduğunu anlamıyor.

Saat 06.55
Dışarıda toplanan kalabalıktan ayrılan, bazısı sendika yöneticisi üç, dört kişi şantiyeye giriyor, doğruca jeneratör binasına gidip jeneratörü kapatıyorlar ve şalterini söküp alıyorlar.
Eş zamanlı olarak yine bir gurup yerel personel şantiyenin yaşam alanı (kamp) tarafına bulunan yemekhane ve mutfak binasına giriyorlar.
Yemekhane tarafında, henüz kahvaltısını tamamlamış bazı Türk ofis personeli bulunmakta. Sendika yetkilisi ve yerel işçiler, sanki içeride hiç kimse yokmuş gibi yemekhane ve mutfağın kapılarını dışarıdan asma kilitle içerideki insanların üzerine kapatmaya başlıyorlar.

Saat 07.00
Şantiyede elektrik yok, bir saat sonra su kesilecek, şantiyenin dışarısı ile ilişkisi kapılar kilitlenerek kesildi. Eylemcilerin izni olmadan kimse dışarıya çıkamıyor ve içeriye giremiyor.

Saat 07.05
Eylemciler ana dış kapının üzerine bazı dövizler astılar.
Elle yazılmış iri harflerle “OGUZ GO”, “HAKAN GO”, “AHMET GO”.
.................................................

Şantiye Şefi (CM=Construction Manager) Oğuz Çetin, İdari İşler Müdürü Erman Bayram ile birlikte Proje Müdürü (PM=Project Manager) Bayram Ali Cihanoğlu’nun odasında toplandılar. Proje Müd. ne söyledikleri ilk şey,
“...derhal bir polis ekibi çağıralım ve jeneratörün, kapıların açılmasını sağlayalım”
P.M. bu teklifi kabul etmiyor,
“polisin gelmesi bu adamları daha da tahrik eder ve işimiz zorlaştırır”.

Böylece, sonu ne zaman geleceği belli olmayan karşılıklı bir bekleme başladı.
İş başı yapmayan işçiler ve sendika yöneticileri şantiye dışında ve hemen kapının önünde, proje müdürü, şantiye şefi, idari işler müdürü proje müdürünün odasında, diğer Türk personel de gerek kendi ofislerine gerek diğer ofislerde toplanıp beklemeye başladılar.

Saat 08.00 civarı.
Teknik ofis şefi Tunay, P.M.in odasına gelerek durumun “hiç de hoş olmadığı” konusunda uyarıda bulunarak polis çağrılmasını talep etti.
polisin gelmesi bu adamları daha da tahrik eder ve işimiz zorlaştırır”.
Şeklindeki cevap P. M. tarafından tekrarlandı.


Saat 09.00 civarı.
Bekleme devam ediyor. P.M.,
“işçiler tarafından bana herhangi bir talep gelmedi, kimse bu olanlardan beni bilgilendirmedi, ben de kapıya gidip onlara herhangi bir şey sormayacağım”
Dedi ve şantiye şefi, idari işler müdürü, mali işler şefi bu konuda P.M. ne tam destek verdiler.
..................................................................

Proje Koordinatörü Mustafa Taylan, İdari İşler Müdürü Erman Bayram’ı odasına çağırdı ve “kendisine neden bilgi verilmediğini” azarlayarak sordu.
İdari müdür olanları anlattı ve gerekli bilginin Prj. Müd. ne verildiğini söyledi.
“Ayrıca zaten her türlü olay ve bilgiyi, şu anda görüldüğü gibi zaten Şevket bey (koordinatörün eniştesi) ve Tunay bey (teknik ofis şefi) detaylı olarak size an be an aktarılmaktadır”.
Mustafa Bey, bu cevap üzerine o sırada kapısını önünden geçmekte olan Şantiye Şefini de içeriye çağırarak, önündeki müsvedde kâğıda bu konuda şantiye idaresinin (yani Prj. Müd., Şant.Şefi, İdari İşler Müd.nün) sorumlu olduğunu, eksik ve kusurlu olduğunu çizimleriyle desteklemeye çalışarak anlatmaya başladı.
Şantiye Şefi,
durum sizin anlattığınız gibi değil, eksik, yanlış ve taraflı bilgilendirilmişsiniz”
Diyerek, sorunu ve sebeplerini Prj. Koor.ne kısaca özetledi.
Proje Koor. Bu açıklamaya tek cümle ile cevap verdi,
“Hadi bakalım büyük şefler görelim nasıl çözeceğinizi”
İdari İşler Müd. ve Şantiye Şefi, koordinatörün odasından çıkarak P.M.in odasına geri döndüler.

Saat 09.30 civarı.
P.M. Bayram Bey, şantiye işçi sendikasının bağlı olduğu Kaduna ili sendikaların bağlı olduğu örgütün sekreterini çağırdığını söyledi.
“Ama, adam PW (bir diğer yabancı inşaat firması-İrlanda orijinli)’de toplantıdaymış yarım saat kadar sonra gelecek” Dedi.

Saat 10.00 civarı.
Bekleyiş devam ediyor.
P.M., yerel ortak tarafından atanmış olan Genel Müdür Yardımcısı (D.M.D.) Caferbaba’yı telefonla arayarak olaylardan bahsetti ve en kısa zamanda şantiyeye gelmesi gerektiğini ısrarla söyledi.
Sendikaların genel sekreteri şantiyeye geldi. P.M.,
“tekrar toplantıya dönmek mecburiyetindeymiş, ama 11.30 da bize dönecek, durumu adama özetledim” dedi.

Saat 11.00 civarı.
Bekleyiş devam ediyor. Sular akmıyor, elektrik olmadığı için klimalar çalışmıyor. Hava sıcak, ofislerde durmak bunaltmaya başladı.
Toprak işleri şefi muhasebeden para istedi. Karısının sancıları gelmeye başlamış.
Ama doğuma daha on gün kadar olduğunu söylüyorlardı.

Saat 11.30 civarı.
Toprak İşleri Şefi acilen bir araç istedi. Hastaneye gitmek zorundalar. Sancılar şiddetli ve sık gelmeye başlamış.
Herkes telaşlandı. Araçlar şantiye tarafında, kamp tarafına geçmek ise şu anda mümkün görünmüyor.
Kamp tarafında bir pikap bulundu. Hamile kadını ona bindirdiler. İdari Müdür Erman ile Toprak İşleri Şefi Cumhur ve hamile karısı kapıdan çıkamıyorlar. Eylemciler kilidi açmıyor.
Sancılar sıklaştı ve şiddeti arttı.
Cumhur, telefonla Isaac Sani’yi arıyor. Isaac Sani toprak işleri kısmında çalışan bir excavator operatörü ve aynı zamanda sendikanın da sekreterliğini yapıyor. Cumhur, kendi altında çalıştırdığı bu operatöre birazda yalvarırcasına durumun aciliyetini anlatarak ve lütfen diyerek kapı kilidinin açılmasını istiyor. Isaac yanında bir gurup işçi ile kapının önüne geliyor, kilidi açarak aracın dışarı çıkmasına müsaade ettikten sonra tekrar önünde duruyorlar ve aracın içine bakarak durumun söylendiği gibi olup olmadığını kontrol ediyorlar. İkna oluyorlar ve aracın gitmesine müsaade ediyorlar.

Sendika genel sekreteri söz verdiği zamanda şantiyeye geldi. Şantiye işçi sendikası yönetim kurulu ile birlikte toplantıya girdiler.
İdari İşler Müd. Erman’ın odasında Şantiye Şefi Oğuz, Muhasebe Sorumlusu Murat değerlendirme yapıyorlar.
Murat PM. in toplantıya girdiğini ve yalnız bırakılmaması gerektiğini söyledi.
Şant. Şefi,
“bize haber vermedi ama” dedi.
Murat telefonla PM. i arayarak “bizimde gelmemiz uygun olur diye düşünüyoruz abi” dedi.
PM. “gerek yok, adamları kışkırtmayalım” diyerek yanına kimseyi almayacağını söyledi.

Saat 12.30 civarı.
Prj. Koor., Mustafa bey, Teknik Ofis Şefi Tunay ve arabasını istedikleri toprak işleri formeni Ahmet ile birlikte kamp tarafındaki kapının kilidini çekiçle kırarak dışarıya çıkıyorlar. Önlerini kesen işçi gurubuyla tartışıyorlar.
Bahaneleri doğum yapacak hasta için hastaneye gitmek.
İşçiler, kamp tarafından yeni bir çıkışı engellemek için tekerlekli bir ofis konteynırını kapının önüne çekerek getiriyorlar ve giriş çıkışı tamamen engelliyorlar.
.................................................

Türk personelin bir kısmı ofislerde beklerken, bazıları da evlere gidiyorlar.

Saat 15.30 civarı.
P.M. in sendikacılarla toplantısı bitiyor.
İşçiler jeneratörün çalıştırılmasına müsaade ediyorlar, yemekhane ve mutfak kapılarını açıyorlar.
Prj. Koor., Mustafa Bey ve Teknik Ofis Şefi Tunay Bey açılan kapılardan içeriye girerek yemekhaneye geliyorlar.
Türk personel yemekhanede toplanıyor.
P.M. Yemekhaneye gelerek Prj. Koor. Ve Türk personele toplantıyı anlatıyor,
“toplantıda yalnız kaldım, bir tek Mustafa (atölye formeni) vardı yanımda ama o da İngilizce bilmiyor ki...”
Prj. Koor., ters ters Şant. Şefi Oğuz’a bakıyor.
P.M. “ilk defa tükürdüğümü yaladım” diyor.
Mutfak çalışanlarından Tonya atıldığı işine geri alınmış.
İşçiler çalışma saatleri konusundaki iddialarını sürdürmüşler ve kabul ettirmişler. Buna göre; Çalışmaya sabah saat 7.00 da başlayacaklar ve saat 16.00 (fazla mesai olursa 18.00)’da bitirecekler. Ama işe başladıkları ve bitirdikleri yer şantiye olacak. Bu şu anlama geliyor. Yine eskisi gibi saat 07.00’de şantiyede işe başlamış olacaklar. Bu saatte servis arabaları ile araziye gidecekler. Saat 18.00 şantiyede paydos etmek için de arazide, yaklaşık saat 17.00’de işi bırakıp servis araçları ile şantiyeye dönecekler. Saat 18.05’te hareket eden şehir servisine binip gidecekler.
Türk personel yarın sabah işe başlamak için yemekhaneden dağılıyor.

Saat 18.00 civarı.
Hastaneden haber geldi. Doğum sorunsuz olmuş, bir erkek.
Şantiyedekiler seviniyor. Bu moral verici bir gelişme.
Gece sakin geçiyor.

BİR HAK ARAMA ÖYKÜSÜ 2.GÜN


İKİNCİ GÜN
18-Ekim–2007 Perşembe
Gün normalmiş gibi başlıyor.
Türk personel işe başlama saati konusunda herhangi bir ikazda bulunmuyor.
Yerel personel hiçbir şey olmamış gibi davranıyor.
Ama her sabahki alışılmış “goodmorning master” ve cevaben de “goodmorning” selamlaşmaları ve temennileri yarı yarıya azalmış durumda. Yerel ve Türk personel mümkün olduğunca göz temasından kaçınır gibi.
...........................................................

Gün herhangi bir olay ve olumsuz gelişme olmadan tamamlanıyor.
İşe başlama ve bitiş saatleri eskisi gibi yerel personelin istediği şekilde başlıyor ve bitiyor.

BİR HAK ARAMA ÖYKÜSÜ 3.GÜN


ÜÇÜNCÜ GÜN
19-Ekim–2007 Cuma
Gün bir önceki gibi başlıyor.
İki tarafta bu gün biraz daha yakın görünüyor. Selamlaşmalar daha sıradanlaştı. Yereller talimatlara daha rahatlıkla uyuyorlar.
.........................................................

Cuma namazı. Bazı Türk personel yakında bulunan rafineri arazisindeki camiye gidiyorlar.
.........................................................

Saat 15.00 civarı.
İdari işler Müd. Erman Bayram, Şantiye Şefi Oğuz Çetin’in odasına geliyor.
“Bazı arkadaşların sıkıntıları var, bana söylediler, akşam saat 18.00 de toplanmak istiyorlar”
“Bu gün Cuma, yani şantiye günlük toplantısı saat 18.00’de yapılacak”
. Diye hatırlatıyor Oğuz,
Erman,
“önemli değil siz toplantınız yapın sonra bizimkisini yaparız, ayrıca bu konudan Mustafa ve Bayram beylerinde haberleri var” dedi.
“Tamam.”

Saat 16.00 civarı.
Prj. Koor. Mustafa Taylan, Şant. Şefi Oğuz Çetin’in odasına girdi.
“Bu şantiye toplantıları çok uzun sürüyor, bu gün bir saat erken başlayalım, erken bitsin” dedi.
Oğuz Çetin şaşırdı. “Her zaman sonu gelmez konuşmalarıyla toplantıları saatlerce uzatan Mustafa Bey böyle bir teklifi neden yaptı acaba?” diye düşünüyor.
“Nasıl isterseniz şefim, ama P.M. Bayram Beye de bunu söyleyelim, o saat 18.00 bekliyordu bizi” diye cevaplıyor.
“Ben ona söylerim sen işine devam et Oğuz” diyerek Prj. Koor. Mustafa Bey, Şantiye Şefinin odasından ayrılıyor.

Saat 17.00
Mutad şantiye toplantısı zamanında başladı. Her zamankinden farklı olarak Prj. Koor. Mustafa Taylan neredeyse hiç konuşmadı.
Toplantı, sıradan bir şantiye gündemi ile yapılıyor. Özellikle arızalı makinelerin tamiratı ve ne zaman araziye verileceği, betonu dökülecek köprü ayaklarının hızlandırılması konuşuluyor. P.m. Bayram Bey, her zamanki ısrarlı sorusunu soruyor,
“Neden stonebase (kırma taştan yapılan, asfalt tabakası altında bulunan temel tabakası) devam etmiyor?”
Soruya, CM (Construction Manager=Şantiye Şefi) Oğuz Çetin cevabını yineliyor.
“Çünkü MC–1 (primecoat, asfalt tabakası ile kırma taş temel tabakası arasına serilen inceltilmiş bitüm) henüz temin edilmedi. MC–1 ile kaplanmayan stonebase çok kısa sürede tahrip oluyor, bunun tamiratı da çok zaman alan, makine ve personel çalışması gerektiren bir iş, bundan dolayı MC–1 getirilene kadar stonebase serme-sıkıştırma yapmak doğru değil diye düşünüyorum”.
Prj. Koor. Mustafa Bey,
“Toplantıyı fazla uzatma Bayram, çocukların başka bir toplantısı var” diyerek kısa kestiriyor.
Toplantıdan çıkarak yemekhaneye gidiliyor.
Yemekhaneye girmeden önce CM Oğuz, bu toplantı için Teknik Ofis Şefi Tunay’ın da kulis çalışması yaptığını, hatta bu çalışmaya sabah erkenden başladığını öğreniyor.
“Erman Bey acaba Tunay ile görüşüp de mi bu toplantıyı organize etti. Hâlbuki birisinin ak dediğine diğeri kara diyecek kadar birbirleriyle uyumsuz olan bu iki kişi, nasıl oldu da bu konuda mutabık kaldılar acaba?” diye düşünerek yemekhaneye giriyor.
Yemek sessiz biçimde yeniyor Mustafa Bey her zaman yaptığının aksine bu sefer yüksek sesle sürekli konuşmuyor..
Yemek faslı çabuk geçiyor.

Saat 18.30 civarı.
Erman Bayram, Mustafa ve Bayram Beylere dönerek,
“biz bu akşam kendi aramızda bazı sorunlarımızı konuşmak üzere bir toplantı yapmak istiyoruz. Ama bu toplantıda sizin bulunmanızı istemiyoruz, bize bu konuda müsaade eder misiniz?” diyerek dışarı çıkmalarını istiyor.
“gidelim Bayram, çocuklar ne konuşacaksa konuşsunlar” diyerek Mustafa Bey kalkıyor, Bayram Bey de yanında yemekhaneden çıkıyorlar.
.......................................................

Orta sırada bulunan masalarda oturanlar, plastik sandalyelerini alıp duvar dibindeki masalara geçtiler. Artık herkes birbirinin yüzünü görebiliyor.
Oğuz Çetin, Erman Bayram ve Murat Oğuz köşedeki masanın birinde beraber oturuyorlar. Erman “arkadaşlar son yaşanan olaylar nedeni ile hepimiz huzursuz olduk, bazı arkadaşlar toplanıp bu konuyu konuşalım dediler, bu sebeple buradayız” dedi.
Kısa bir sessizlik oldu ve önce tek tük mırıldanmalar başladı.
“Evet... Çarşamba günü kötü oldu”
“Adamlar resmen bizi hapsettiler yaa..”
“Tamam, grevini, eylemini yaparsın ama kapıları kapamak nedir?”
“Böyle bir hakkı nereden alıyorlar... ya o bebeğe bi şey olursa, ya o anneye bi şey olursa???”
Biraz daha serin kanlı olanlarından birisi,
“arkadaşlar!...arkadaşlar!... böyle konuşursak karışıyor her şey, herkes aynı anda konuşmasın!...”
“evet arkadaşlar, sırayla konuşalım”
“ben bir şey söylemek istiyorum”
“Bi saniye ben bir şey söyleyebilir miyim?”
Sesler giderek daha da yükselmeye ve karışmaya başladı. Sonunda gür sesli birisi ayağa kalktı ve birazda bağırarak,
“Arkadaşlar, bir dakika susar mısınız?....” bir an sessizlik oldu, ayaktaki formen bu fırsatı değerlendirdi ve devam etti, “bu şekilde olmaz, zaten geç kaldık, bu toplantıyı birisinin yönetmesi lazım”
Herkes bu fikri onayladı.
“En tecrübelimiz Oğuz Bey, aynı zamanda da şantiye şefi zaten, o idare etsin toplantıyı” şeklinde gelen öneriye herkes onay verdi ve Oğuz Çetin toplantı yöneticisi oldu.
Oğuz Çetin mümkün olduğu kadar sıra ve eşit zaman gözeterek konuşmak isteyenlere söz vermeye başladı.
Yemekhanede yirmi sekiz kişi var.
Proje Müd. ve Proje Koordinatörü hariç bütün Türk personel burada.
Hemen hepsi düşüncelerini rahatlıkla ve açıklıkla anlattı.
“İşçilerin, haksız istekleri için grev yapması, burada toplanan Türk personelin herhangi bir davranışından dolayı olmadı. Hatta grev yapmak bir hak.”
“Ancak, işçiler çalışma şartları ve konusu ile ilgili olarak eylem yaparken, biz yabancı personelin en temel hakkı olan yaşama hakkına tecavüz etmesi kabul edilemez.”
“Jeneratörün çalışmasını engelleyerek, yemekhane ve mutfağı içerisinde biz varken kapatarak, şantiye dışına çıkışımızı engelleyerek bizim hayati güvenliğimizi tartışmasız biçimde tehlikeye attılar.”
“Şantiye ana kapısına isimlerimizi yazarak asmaları, bizi kontrolsüz kalabalık önünde hedef haline getirdi, bu durum arazide çalışan personelin güvenliğini büyük ölçüde tehlikeye atıyor.”
Toplantıdaki genel eğilim bu güvenlik sorunu üzerinde odaklaşma yönündeydi. Bazıları bir başka ilginç konuyu ortaya getirdiler. Yerel çalışanların bir kısmı bu gün çeşitli ifadelerle yabancı personelle alay etmişti. Elektriksiz, susuz, yemeksiz ve hareketsiz kalmalarını acizlikleri olarak gömüşler ve bunları gülerek, alay ederek dile getirmişlerdi.
Bu noktada Oğuz Çetin,
“Madem bu konuda muzdaripiz, öyleyse bunun telafi edilmesi gereklidir” diyerek, güvenlik sorunun dışında bir başka konunun da çözüme kavuşturulması talebini dile getirdi.
Bu iki madde hakkında tam bir mutabakat sağlandı.
Tunay Bozbeyoğlu,
“Arkadaşlar, her zaman bu şekilde toplanma ve konuşma-tartışma olanağımız olmuyor. Bu isteklerimize bizim özlük haklarımızı da ekleyebiliriz.” Dedi.
Bu öneriye Oğuz Çetin karşı çıktı. “Amacımızın dışında bir şey bu, hem toplantıyı gereksiz yere uzatır, hem de bizim amacımızın yanlış anlaşılmasına sebep olur”.
Özlük haklarının ne olduğu konusu uzun süre konuşuldu. Genel anlamda para ile ilgili olduğu için herkese cazip geldi ve toplantı sonunda hazırlanması kararlaştırılan belgeye bu konudaki isteklerinde yazılmasına karar verildi.
Son olarak, orada bulunan yirmi sekiz kişi adına konuşma yetkisi, sözcü olma görevi Oğuz Çetin’e oybirliği ile verildi.
Bu toplantıda alınan kararları yazmak üzere Oğuz Çetin, Tunay Bozbeyoğlu, Murat Oğuz, Erdem Yıldırım görevlendirildi.
Görevlendirilen kişiler belgeyi hazırlamak üzere ofise giderken, kalanlar hazırlanacak olan belgeyi imzalamak için yemekhanede beklemeye karar verdiler.
Kimse eve veya başka bir yere gitmeyecek, bu gece bu iş tamamlanacak.

Saat 00.30 civarı.
Toplantıdan çıkan yazım görevlileri Murat Oğuz’un ofisine gittiler, Erdem Yıldırım’a, toplantıda konuşulanlar, bilgisayarda dikte ettirildi.
Müsvedde bir çıktı alınarak üzerinde tekrar uzun uzadıya tartışmalar yapıldı.
Düzeltmeler elle yazıldı ve Erdem Yıldırım bu düzeltmeleri tekrar bilgisayar vasıtasıyla kâğıda döktü.

Saat 02.00 civarı.
Yazımla görevlendirilmiş kişiler yemekhaneye döndüler.
Bu sefer Oğuz Çetin’in elinde üç sayfalık bir yazı vardı.
Herkes tekrar oturdu.
Oğuz Çetin “yazdığımız yazıyı şimdi size okuyacağım, konuştuklarımız ve mutabık kaldıklarımız dışında bir şey eklemedik ve eksiltmedik. Dinledikten sonra görüşleriniz varsa söyleyiniz ve tekrar tartışabiliriz.” Diyerek okumaya başladı.


TOPLANTI TUTANAĞIDIR
İLGİSİNE: KEB (Kaduna Eastren Bypass-Kaduna Doğu Çevreyolu) PROJE MÜDÜRLÜĞÜNE
BİLGİ: PROJE KOORDİNATÖRLÜĞÜNE
19–10–2007 Cuma akşamı, mesai bitimi sonrası şantiye bünyesinde yer alan tüm Türk personelin yapmış olduğu toplantı detayları aşağıda yer almaktadır.
Şantiyemiz bünyesinde 17–10–2007 Çarşamba günü yaşanmış olaylar, yabancı personeli güvenlik ve emniyet bağlamında son derece rahatsız etmiştir. Yerli personel, Türk personeli şantiye ve şantiye içindeki binalara hapsetmiştir. Bütün bunlara rağmen olay ne hukuki olarak tespit edilmiş ne de işverenlerin gerekli tedbirleri aldığı görülmüştür. Yerli personelin grev yaptığı gün, Türk personel temel haklarından (yaşam hakkı, beslenme, serbest dolaşım, elektrik, su gibi temel hayati ihtiyaçlarından) mahrum bırakılmıştır.
Bizler buradaki varlığımızın, içinde olduğumuz projeyi en başarılı şekilde bitirmek,ülkemizi en iyi şekilde temsil etmek ve onurlu bir şekilde yaşamak olduğu inancı içerisindeyiz. Bizler, yani ücretli personel, bu başarının hem şirketimizin hem de ülkemizin hem de bizim adımıza olacağına vakıfız. Aynı şekilde bir başarısızlığında hepimizi üzeceği ama kaybın bizimkinden de öte, şirketimiz ve ülkemiz adına olacağının da bilinci içerisindeyiz. Toplantımızın ve size sunduğumuz tutanağımızın temel ruhu; çözümün ancak doğru, hukuklu, onurlu ve aklıselim ile mümkün olacağı inancıdır.
Yaşanan sorunların ilk defa yaşanmadığı ve bunlarla ilgili olarak evvelce söz verildiği halde hala herhangi bir gelişme olmadığı görülmüştür. Öte yandan; gerek sahada, gerekse ofislerde cisimleşen tehditler, saldırılar, hakaretler, onur kırıcı davranışlar artık Türk personelin; neredeyse sadece Türk olduğu için hayatına kasta varabilecek raddeye yaklaşmıştır. Samimiyetle itiraf ediyoruz ki; bizler maruz kaldığımız bütün olayları, onurumuzun zedelenmesi pahasına sindirerek, basiretimizi kaybetmeden bugüne kadar görevlerimizin gereklerini aksatmadan yerine getirmeye çalıştık. Fakat açıktır ki, sabrımızda artık onurumuzun önünde duramayacak kadar tükenmiştir. Biliyoruz ki devam eden bu şartlar bizim en küçük bir zafiyetimizin; bütün şantiyenin imhasına, insanların telef olmasına, makine ve ekipmanların, ofis binalarının yağmalanmasına sebep olabilecek potansiyele sahiptir. Ne olası kayıplar ne de sizlerinde asla istemeyeceği can kayıpları artık bizim tükenmek üzere olan sabrımıza ve onurumuz pahasına hala sağ tutabildiğimiz basiretimize teslim edilmemelidir.
Ne yazık ki şartlar şirketimizin bekası için bu güne kadar göstermekten sakındığımız bu türden bir tepkiyi artık ortaya çıkarmamıza sebep olmuştur. Bu bağlamda Türk personel öncelikle kendi hayatları için olmak üzere, şirketin ve işin, dolayısıyla personelin başarısı ve selameti için toplanıp aşağıdaki kararları oybirliği ile almıştır.
Tekrar samimiyetimizle belirtiyoruz ki kararlarımız kesinlikle kişisel çıkarlarımız için değil ama ancak birlikte bir barışın ve başarının mümkün olabilmesi gözetilerek topluca alınmıştır.

KARARLAR
1. Güvenliğimizin derhal sağlanması.
2. Milliyetimiz ve deri rengimizden dolayı maruz kaldığımız aşağılamalar ve hayati tehditler için –bize beyan edildiği üzere- iş birliğinin bu bölümünden sorumlu olan yerel ortağın sorumluluklarını yerine getirmediği sarihtir. Bundan dolayı yerel ortağın en üst düzey temsilcisinden, yerli personelin de katılacağı bir toplantıda bu tür olayların bir daha vuku bulmaması için gerekli tedbirlerin alınacağı ve uyarıların yapılacağı garantisiyle birlikte özür bekliyoruz.
3. Özlük haklarının bir sözleşme ile standarda bağlanıp hayata geçirilmesi.
4. Türk personelin maaşlarının da Nijeryalı personel ile aynı günde ödenmesi.
5. Alınacak ilk hak edişle birlikte daha önce sözü verilmiş olan primlerin ödenmesi.
6. Fazla mesai ve tatil çalışmalarından doğan ücretlerin ilgili ayın maaşına yansıtılması.
7. Türk personel maaşlarının doların düşüşünden dolayı görmüş olduğu zararın telafi edilmesi.
8. Bir yaşam alanı olan kampın gerekli sosyal alanlarının inşa edilmesi, yaşadığımız lojmanların standartlarının iyileştirilmesi.

20–10–2007 tarihinden başlamak üzere 1. ve 2. maddelerin gereği yapılana kadar aşağıda imzası bulunan bizler söz konusu bu maddelerin hayati zaruriyetinden dolayı işe çıkmayacağımızı belirtmek zorundayız.

Kararını aldığımız diğer maddelerle ilgili olarak (madde 3-8) samimiyetle belirtmek isteriz ki bunlar yeni ortaya çıkmış talepler olmayıp, uzun zamandır biriken ve şantiyede performans ve güven kayıplarına da sebep olan konulardır. Bu konuların toplantı sonuçlarına dahil edilmesi kesinlikle içinde bulunduğumuz hassas konumdan yarar sağlamak amacı güdülmemiş, tamamen günün şartlarına gerekenlerin sağlanması amacıyla yapılmıştır. Bu maddelerde yer alan taleplerin çözüme ulaştırılması için 2007 yılı Kasım ayı sonuna kadar beklemeye hazır olduğumuzu bildiririz.

Saygılarımızla.
KEB Projesi Türk Personeli

Şevket Hakan Özkan (Beton İşleri Şefi), Hakkı Erman Bayram (İdari İşler Şefi), Talat Halefoğlu (Ölçme İşleri Şefi), Ahmet Tosun (Toprak İşleri Formeni), Nevzat Tüfekçi(Atölye Formeni), Gürkan Yalçındağ (Sanat Yapıları Mühendisi), Azmi Suat Yılmaz (Kalıp İşleri Formeni), Murat Yılmaz (Beton İşleri Formeni), Ali Göçmen (Atölye Formeni), Murat Oğuz (Mali İşler Şefi), Erdem Yıldırım (Ambar Şefi), Kadir Öztaş (Konkasör Formeni), Mehmet Tunay Bozbeyoğlu (Teknik Ofis Şefi), Oğuz Çetin (Şantiye Şefi), Kazım Arslan (Üstyapı Konkasör Formeni), Salih Seven (Üstyapı Formeni), İsmail Şevket Tur (Kalıp İşleri Formeni), Cemhan Küçük (Teknik Ofis Mühendisi), İlhami İzci (Asfalt Plent Operatörü), Hüseyin Gümüş (Ahçı), Durmuş Akman (Beton İşleri Formeni), Yaşar Soydan (Atölye Formeni), Hamza Akça (Beton İşleri Formeni), Adem Gümüş (Üstyapı Formeni), Cumhur Keşan (Toprak İşleri-Üstyapı Şefi), Sönmez Karataş (Taşocağı Formeni), Hasan Şaybakan ( Ölçme İşleri Şefi), Mustafa Uyduran (Makine Şefi)

BİR HAK ARAMA ÖYKÜSÜ 4.GÜN


DÖRDÜNCÜ GÜN
20–10–2007 Cumartesi
Saat 06.55
Bütün Türk personel yemekhanede toplanmış. Kahvaltı bitirilmiş.
Oğuz Çetin yemekhaneye girdi. Akşam hazırladıkları “toplantı tutanağı” elinde, kapının önünde durdu.
“Arkadaşlar... Ben PM Bayram beyin yanına gidiyorum”
Çoğu ayağa kalktı.
“Hayırlı olsun” dileğinde bulundular.
Oğuz Çetin, ofislerin olduğu kısmı ayıran duvardaki küçük kapıdan geçti, ofis binasına girdi. Kendi odasına giderek çekmecesinden fotokopi kâğıdı alarak, fotokopi makinesinin olduğu ön sekreter bölmesine döndü.
Sekreter Becky henüz gelmiş, çantasını karıştırıyordu.
“Goodmorning Mr. Uuuz”
Sekreteri selamladı, tutanağın ikişer kopyasını çekti ve PM in odasına yöneldi.

Saat 07.05
Oğuz Çetin PM Bayram Ali Cihanoğlu’nun odasında, masanın önünde ayakta duruyor.
“Günaydın Bayram Bey”
“Günaydın Oğuz Bey, neredesiniz, kimseyi göremedim bu sabah yahu?”
“Buradayız, size vermek istediğim bir yazı var, buyurun, iki nüsha, orijinalini size veriyorum, Mustafa Bey odasında yoktu, onun nüshasını da size bırakırsam kendisine verir misiniz?”
Bayram Bey, Oğuz’un uzattığı toplantı tutanağını aldı, hızlıca okudu.
Oğuz Çetin “biz yemekhanedeyiz, aldığımız karar gereği ara kapıdan bu tarafa geçmeyeceğiz, ama başkalarının geçişini de engellemeyeceğiz, başka bir şey yoksa ben şimdi yemekhaneye gidiyorum” dedi.

PM şaşkınlığını soğukkanlı davranmaya çalışarak gizlemeye çalıştı, “tamam Oğuz bey” dedi.
Oğuz Çetin, PM in odasından çıkarak koridorda kendisine bakan yerel ofis personeline selamlar verdi. Doğruca yemekhaneye döndü.

Bütün gün beklemekle geçti.
Bir kısmı evlere gidip uyudular, bilgisayarı olanlar internette vakit geçirdiler.
Yerel mühendisler ve formenler kısım şeflerini veya Türk formenleri telefonla aradılar. İş ve görev sordular.
“To day no working”, “to day holiday”, “....yes you can go” gibi cevaplar verildi.
Yemekhanede kalanlar TRT INT seyretti bol bol. Sınır ötesi harekât bekleniyor. Şehit haberlerinde PKK ya küfürler ediliyor.

Saat 20.00 civarı.

Oğuz Çetin evde.
PM Bayram Bey Oğuz Çetin’i aradı.
“Caferbaba sizinle görüşmek istiyor. Öğlenden sonra gelecek, saat üçte. Benim ofise gelin”
Oğuz Çetin: “Bayram bey size söyledim, biz çalışmıyoruz, dolayısıyla ara kapıdan da geçmemiz söz konusu değil. Ayrıca Caferbaba ile görüşeceğimiz bir şey de yok. Size verdiğimiz yazıdaki sorunlarımızı kendisine anlatınız. Biz yemekhanedeyiz.”

BİR HAK ARAMA ÖYKÜSÜ 5. GÜN


BEŞİNCİ GÜN
21–10–2007 Pazar

Sabah saat 07.00 de Türk personel yemekhanede hazır. Kahvaltı ediliyor. Televizyonda gene TRT INT seyrediliyor.

Saat 13.30 civarı
Oğuz Çetin ve Murat Oğuz eve geldiler.
Murat Oğuz, İstanbul şirket merkezinden Gnl. Md. Yrd. sı Zafer Bey ile görüşmeye başladı.
Zafer Bey ısrarla, bu olayı organize edenleri ve “elebaşı”sını öğrenmeyi istiyor.
Murat Oğuz: “Burada söylenebilecek bir isim yok Zafer bey, hepimiz aynı fikirdeyiz”
Zafer: “Ama sen merkez personelisin, yani guruptan ayrılmamak için imzaladın değil mi?”
Murat Oğuz: “Orası öyle, evet”
Murat Oğuz,"Oğuz beyde burada, isterseniz onunla da konuşun” , diyerek Oğuz Çetin’in MSN adresini Zafer beye verdi.

(14:38) Zafer:
Selam oğuz bey ben zafer
(14:38) OĞUZ ÇETİN:
mrb. Zafer bey
(14:38) Zafer:
biraz sonra Cafer gelecek şantiyeye
(14:39) Zafer:
Cafer’e sakin olarak burada geçen olayları tek tek anlatın ve eşi çocuk bekleyen kardeşimizin de sıkıntılarını üzerine basarak anlatın
(14:41) OĞUZ ÇETİN:
evet Cafer in gelmek istediğini dün gece Bayram bey söyledi ve ben de saat 15 de gelebileceğini söyledim
(14:41) Zafer:
ve kendisinin sendika görevlileri ile konuşup bu konunun çözümünde yardımcı olmasını talep edin
(14:42) OĞUZ ÇETİN:
biz sıkıntılarımızı ve taleplerimizi müşterek toplantımızda netleştirerek kayıt altın aldık ve bu kayıt da size gönderildi zaten, bunlardan bilginiz var
(14:42) Zafer:
bence yarın bir toplantı daha yapıp sendika temsilcileri ile tekrar konuları masaya yatırıp iş barışının sağlanması hususunda fikir birliğine varmak lazım
(14:42) OĞUZ ÇETİN:
biz bu noktadan sonra sorunlarımızı Cafer e anlatmayı düşünmüyoruz
(14:42) OĞUZ ÇETİN:
hatta va hatta sendika ile kesinlikle muhatap olmuyoruz
(14:43) OĞUZ ÇETİN:
bizim birinci derecede amirlerimiz pm ve pc dir
(14:43) Zafer:
o konuda şantiyede düzeni sağlamakla görevli olan şefler olarak bence yanlış yaparsınız
(14:43) Zafer:
bir çok şey diyologlarla çözülür
(14:43) OĞUZ ÇETİN:
biz taleplerimizi bu açıdan özellikle türkçe yazdık
(14:44) OĞUZ ÇETİN:
diyalog nisan ayında yapıldı ve muhataplarımız gereğini yerine getirmedi
(14:44) Zafer:
bu diyalogların kapandığı noktada işler içinden çıkılmaz hale gelir
(14:44) OĞUZ ÇETİN:
bu olaylar yeni oluşmuş değildir ve bir sürecin parçasıdır
(14:44) Zafer:
ama diyaloğun devamında fayda var
(14:44) Zafer:
nisandaki olayı bu gün öğrendim
(14:44) OĞUZ ÇETİN:
sizi bir hataya düşmemeniz konusunda uyarırım
(14:45) Zafer:
ama bence sakin olarak tekrar anlatmak hepimizin yararına diye düşünüyorum
(14:45) OĞUZ ÇETİN:
sizin bu gün öğrenmiş olmanız kurumlardaki sürekliliğin olması gerçeğini değiştirmez
(14:45) OĞUZ ÇETİN:
biz çok sakiniz, bu konuda emin olabilirsiniz
(14:46) OĞUZ ÇETİN:
bizi işçilerle ve yerel ortakla karşı karşıya getirmeyiniz
(14:46) OĞUZ ÇETİN:
bizim işverenimiz ve amirimiz bellidir ve biz sorunlarımızı onlara aktarıyoruz
(14:46) Zafer:
ben sizleri hiç kimse ile karşı karşıya getirmek istemiyorum
(14:47) Zafer:
yanlız yaşadığınız sorunlar ikinci ağızdan değil, bire bir birinci ağızdan cafer'e anlatılmasından yanayım
(14:47) OĞUZ ÇETİN:
haddizatına bu sorunların oluşmasında ve çözümsüzlüğe gidilmesinde bu kişilerden bazılarının görevlerini eksik ve yanlış yapması en önemli sebeptir
(14:48) OĞUZ ÇETİN:
hayır, biz Cafer'e bu konuyu nisan ayında anlattık ve bize çözeceği konusunda söz verdi
(14:48) OĞUZ ÇETİN:
ama her söz gibi bu da unutuldu
(14:48) Zafer:
bu sözünü bu gün kendisine tekrar hatırlatabilirsiniz ama somut olayları söyleyerek
(14:49) Zafer:
yazdığınız tutanakta bir güvenlik sorunundan üzerine basa basa söz ediyorsunuz ancak adama somut başınızdan geçenleri de anlatmanız lazım
(14:49) Zafer:
her şey yazıya dökülemiyor
(14:50) Zafer:
sizde bunu iyi bilirsiniz
(14:50) OĞUZ ÇETİN:
evet haklısınız
(14:51) OĞUZ ÇETİN:
ama dediğim gibi artık bu görev müdürlerimizindir
(14:51) OĞUZ ÇETİN:
eğer bu sorunlardan onlar rahatsız değillerse
(14:51) OĞUZ ÇETİN:
anlatmayabilirler, ancak sorunlar o kadar bariz ki
(14:52) Zafer:
benimde ricam ikincil bir ağızdan değil
(14:52) Zafer:
somut olayların ilk ağızdan cafere nakledilmesinden yana
(14:52) Zafer:
ama sakin olarak
(14:53) OĞUZ ÇETİN:
zafer bey, konu o aşamayı geçti dedim size...biz nisan ayında Cafer e bu sorunları 2 gün boyunca anlattık
(14:54) OĞUZ ÇETİN:
dinledi ve gitti
(14:54) OĞUZ ÇETİN:
neden şimdi aynı şeyleri tekrar yaşayalım ki, 4 ay sonra bir arkadaşımızın cenazesini omuzumuza alıp tekrar cafere konunun ne kadar önemli olduğunu mu anlatacağız
(14:55) OĞUZ ÇETİN:
bu konuda sorumluluk sizlerindir artık
(14:55) OĞUZ ÇETİN:
biz yerel ortakla ve sendikayla karşı karşıya gelmek istemiyoruz
(14:55) Zafer:
ok
(14:55) OĞUZ ÇETİN:
onlara daha önce durumu anlattık
(14:55) OĞUZ ÇETİN:
mustafa bey ve bayram bey de durumu anladı
(14:56) OĞUZ ÇETİN:
hareketi biz bekliyoruz
(14:57) Zafer:
ben recep bey ile konuşup sizin aktardıklarınızı ileteceğim
(14:58) OĞUZ ÇETİN:
teşekkür ederim
(14:58) OĞUZ ÇETİN:
Saat 3 olmak üzere zannediyorum Cafer gelecektir
(14:58) OĞUZ ÇETİN:
sonra görüşürüz
(14:59) Zafer:
çözüm konusunda yardımlarını tekrar isteyeceğim

................................................
Saat 15.30 civarı
Türk personelin tümü yemekhane de toplandılar.
Yemekhanedeki üç sıra halinde düzenlenmiş olan masa tertibini, orta sıradaki masalarda bulunan sandalyeleri kaldırarak iki sıra haline getirdiler.
Sadece son sıradaki masada Oğuz Çetin, sağında Murat Oğuz, onun yanında Erman Bayram, Oğuz Çetin’in sol yanında da Tunay Bozbeyoğlu oturdular.
Karşılarına gelecek şekilde ama sıranın baş tarafındaki masaya da iki sandalye koyarak görüşmeye gelecek olanları orada oturmaya mecbur ettiler. Bu şekilde bir daire gibi tertiplenmiş oturma düzeninde, görüşmeye gelenler ve Türk personelin sözcüleri karşılıklı oturacaklar, ama diğer bulunanlar da herkesin yüzünü görebilecekti.
Bu oturma düzeni aynı zamanda Türk personelin birlikteliğini ve eyleme katılımının eksiksiz olduğunu vurgularken, sözcülerinden başkasının da konuşmasına müsaade etmeyerek içinde bulundukları disiplini gösteriyordu.
Herkes oturmuş beklemeye başlamıştı.
“Eksiksiz burada mıyız, herkes geldi mi?” diye sordu Oğuz Çetin.
İçlerinden birisi “sağdan sayalım” dedi.
Tereddütsüz ve sıradan bir işmiş gibi sağdan saydı herkes.
“Bir, iki, üç,.....,27,28”
Herkes tamam, sakin bekleyiş çok sürmedi.
PM Bayram Bey, DMD Caferbaba, Aminu Gambo ve Doroty ile birlikte yemekhaneye geldi.
“Selamün Aleyküm” diyerek ilerledi. Ama oturma düzenini son anda fark etti bir an terddütten sonra kendileri için hazırlandığı aleni belli olan masaya dönüp oturmak mecburiyetinde kaldı. Sağında Bayram bey, onun sağına Doroty, Cafer babanın soluna da Aminu Gambo oturdu.
Türk personel ayağa kalkmıştı. Onlarda peşlerinden yerlerine oturdular.
Söze Bayram Bey başladı.
“Arkadaşlar, Mr. Cafer sizinle konuşmaya geldi. Sorunlarınızı ona anlatabilirsiniz”
Arkasından (İngilizce olarak) Caferbaba konuştu.
“Nedir sorun?”
Oğuz Çetin cevapladı.
“Ben özellikle Türkçe konuşacağım. Hem buradaki herkesin daha iyi anlaması için, hem de böyle olması gerektiği için”. Sağ yanında oturan Murat Oğuz’a döndü ve Murat Oğuz bu cümleyi aynen İngilizceye çevirdi.
Oğuz Çetin devam etti.
“Biz sorunlarımızı ve taleplerimizi bir yazı ile müdürlerimize verdik”
Murat Oğuz çeviriyi yaptı. Oğuz Çetin devam etti.
“Öğrenmek istediğiniz her şeyi onlar size aktarabilirler. Bizim söyleyeceğimiz bu kadar”
Murat Oğuz çeviriyi yaptı. Herkes sustu ve bir süre sessizlik oldu.
Caferbaba ayağa kalkarak teşekkür etti ve PM dâhil gelenlerin hepsi yemekhaneden çıkarak ofislerine döndüler.

Saat 20.30 civarı
Türk personel yemekhanede oturuyor. Tavla ve okey oynuyorlar. Bazıları TV seyrediyor.
İçeriye PM Bayram Bey ve PC Mustafa Bey girdi.
Kenar masalardan birisine oturdular.
Diğer personel yavaş yavaş etraflarında toplanmaya başladı, oyun oynayanlar oyunlarını bıraktılar, televizyonun sesi kısıldı.
İki müdür de, eylemcilerin kayıtsız şartsız yanında olduklarını, isteklerine ve davalarına hak verdiklerini söyledi. Ama Bayram Bey,"sadece yazdığınız yazıdaki üçüncü maddeden sekizinci maddeye kadar olanlar İstanbul’dakileri çok şaşırttı” dedi.
Bu maddelerin tutanağa yazılmasında ısrarı olan Tunay açıklamada bulundu.
“Belki haklısınız, o sorunlarımızda vardı. Biz tekrar tekrar bir toplantı ve benzer tutanaklar olmasın diye onları da yazdık” dedi.
Bayram Bey, “Recep Bey dedi ki, ilk iki maddede çocuklara tamamen katılıyorum, ama sonra yazdıkları haklı isteklerini örtmüş.”
Bu konuda konuşmalar devam etti.
Mustafa Bey, bir ara “çalışmama kararınızı tekrar gözden geçirin, sorunları çözmeye devam ederiz, ama işe çıksanız iyi olacak” gibisinden bir tavsiyede bulundu.
Başta Oğuz Çetin olmak üzere hiç kimse bu öneriyi tasvip ve kabul etmedi.
Mustafa Bey “Caferbaba’ya ve diğerlerine istekleriniz anlatabilmemiz için yazıyı İngilizceye çevirebilir misiniz, bizim İngilizcemiz yetersiz” dedi.
Oğuz Çetin bu isteğe karşı çıktı. “Biz taleplerimizi size yaptık, yerel ortağımıza değil, bu sebeple zaten Türkçe yazdık tutanağımızı”.
“Ben sadece bir çeviri istiyorum, yeni bir yazı değil”
dedi Mustafa Bey.
Tunay “tamam abi hallederiz” dedi.
PM ve PC yemekhaneden ayrıldılar.

Yemekhanede kalanlar arasında, özellikle Tunay, Murat ve Oğuz arasında, tutanağın İngilizceye çevrilip çevrilmemesi konusunda görüş ayrılığı belirdi.
Oğuz Çetin, bu şekilde bir yazı yazıldığı takdirde, muhataplarının yerel ortakları ve işçi sendikası yöneticileri olmasını kabul etmiş olacaklarını söyledi.
Tunay Bozbeyoğlu, tarih ve imzası bulunan yeni bir yazı yazılmasının uygun olduğunu söyledi.
Oğuz Çetin, tarihli ve imzalı bir yeni yazının, bir öncekini iptal edeceği anlamına geldiğini ve bu şekilde de ilk yazılarındaki taleplerinin de tartışmaya açılacağını söyledi.
Murat Oğuz yeni bir yazı değil, ama bir tercüme olabileceğini söyledi.
Oğuz Çetin,
“Ben yeni bir yazıya kesinlikle imza atmam ve bana verilmiş sözcülük yetkisiyle de temsil ettiğim herkes adına bu yazının yazılmasına karşı çıkıyorum, ama çok gerekliyse ki ben gerekliliğine inanmıyorum, çünkü hem Bayram hem de Mustafa beyin İngilizceleri bu basit cümleleri İngilizce anlatmaya yetecek düzeydedir, sadece bir çeviri, ama sadece ilk iki maddenin çevirisi yapılabilir”.
Diyerek bu konudaki tavrını net olarak ortaya koydu.
Sonuç olarak, yazının sınırlı bir çevirisinin bu akşam Tunay Bozbeyoğlu tarafından yapılarak yarın sabah Mustafa Beye verilmesi kararına varıldı.

Personel evlerine dağıldı.

  TOPLUMUMUZ ARTIK SADECE ERGENLERDEN OLUŞUYOR?*   “Çocuklar İktidarda” kitabının yazarı İsveçli Psikiyatrist David Eberhard, liberal ye...