2 Eylül 2010 Perşembe

GÖNDERİLMEMİŞ ŞANTİYE MEKTUPLARI-FIRTINAYI KARŞILAMAK

FIRTINAYI KARŞILAMAK

16:25 18.05.2003 ŞANTİYE
Bu gün tatil pazarı. Sabahtan üç-dört kişi alışverişe çıktık. Bir naylon çanta aldım, kirli çamaşırları
koymak için. Bir de çelik bir termos aldım. Araziye giderken çay koyacağım içine. Aslında herkes
soğuk su için aldığımı zannediyor, ama ben bir saatte bir buçuk litrelik suyu içiyorum. Termos ise
bir litrelik, yani içine soğuk su koymanın çok anlamı yok. Zaten araziye götürdüğüm su daha ısınmadan
ben onu bitirmiş oluyorum. Daha sonra içtiklerim ise ısınmış oluyor. Ama çay öylemi ya? Koydum muydu
sıcacık çayı termosa, öğlene kadar yavaş yavaş yudumlayıp durucam.
Dün yağmura yakalandık yine arazide. Ben yağmurun altında, üstümü sıyırıp biraz olsun serinlik
tadarken bütün işçilerim,mühendislerim ıslak köpekler gibi ağaç diplerinde titreyip duruyorlardı.
Mevsim 
burada kış ya , üşüyorlarmış. Bu arada baturinin (yerli dilinde beyaz adam demek) beyaz 
bedenine de merakla ve şaşkınlıkla bakıyorlar. 
Yağmurun gelmesi görülmeye değer burada. Arazide kayda değer bir yükselti, alçaltı olmadığı
için Çad'dan, Nijer'den, Kamerun'dan kalkan rüzgar, bulut soluğu burada alıyor. Önce hava hafiften
kararıyor. Kafanı kaldırıp ufka baktığında uzaklarda, çok uzaklarda, taa ufuk çizgisinde bir toz ve bulut
kütlesinin gökyüzüne doğru yükselmiş olduğunu görüyorsun. Bu seferki kuzey batıdan geldi ve
doğudan batıya bütün ufku kaplamıştı. Biraz dikkat edince, gerçekte, ufku belirleyenin artık bu toz ve
duman kütlesi olduğunu anlıyorsun. Bu kütlenin üzerinde ve ger isinde simsiyah bulutlar var, kıpır
kıpırlar. İçlerinde çakan şimşekleri gördükçe aklına arızalı florasan lambalar geliyor insanın. Hani karanlıkta, yanıp yanmamak arasında kararsız kaldıklarından dolayı bir çakıp bir sönerler ya, işte bunun gibi.
Ve bu duvarın inanılmaz bir hızla sana doğru yaklaştığını etrafındaki yaprakların, toz zerrelerinin yavaş yavaş kıpırdanmasından anlıyorsun. Ben saçlarımın dalgalanmasından anlayamadığım için bunu yazamıyorum. Biraz sonra ama çok değil en fazla on dakika sonra uçabilecek ne varsa, yaprak, kağıt, dal parçaları, ve elbette ve muhakkak sapsarı kesif bir toz, önünde kuralsız, amaçsız (aslında kaotik sistemlerin nonlineer kurallarına tam uyum sağlayarak), çılgın gibi dans etmeye başlıyor. Bu toz ve rüzgar hengamesinin içine usulca girmiş bulunuyorsun. T
ozun, vücudundaki her delikten içeri girmesini engellemen mümkün değil .
Aniden geldiği gibi uzaklaşıyor, yoluna devam ediyor. Uçurabileceği yeni parçaları havalandırarak, savurarak, dans ettirerek. Gözlerini kırpıştırarak, dişlerinin arasındaki tozun gıcırtılarılarını
tükürerek azaltmaya çalışırsın. Nefes aldıkça toprak soluduğunu zannedersin. Burun deliklerin
sarı tozu uzun süre beynine taşıyacaktır. Aklından geçen "su" dur. Su olmalı şimdi. Bol, berrak,
içilesi. Bütün vucuduna yapışan, sanki hareketini engellemeye çalışan ince iplikçikler gibi,
gözeneklerini tıkamış bu tozdan kurtulmak için, içine dalmaya can attığın su olmalı şimdi.
Allah ne büyüktür elbette. İlk damlayı teninde hissettiğinde gönlündeki duanın yankısı gökten
gelmiş zannedersin. Hemen bir ikincisi, işte üç, dört... saymaya ne hacet... gök delinmiş,
su akıyor. Bol, berrak, içilesi. Sen onun içine dalamıyorsun ama o seni öyle sarıyor ki, deniz senin
etrafında yüzüyor şimdi.

20 Haziran 2010 Pazar

ŞİİR-NİHAL ATSIZ-YOLLARIN SONU








YOLLARIN SONU
BU GÜN YOLLANIYORKEN BİR GURBETE YENİDEN
BELKİ BİR KİŞİ BİLE GELMEYECEKTİR BİZE
BİR KEMİĞİN ARDINDA SAATLERCE YOL GİDEN
İTLER BİLE GÜLECEK KİMSESİZLİĞİMİZE




GİDİYORUM GÖNLÜMDE ACISI YANIKLARIN
ORDULARLA YENİLMEZ BİR GAYIZ VAR KANIMDA
DÜN BENİMLE BİRLİKTE GÜLEN TANIDIKLARIN
YALNIZ BİR HATIRASI KALDI ARTIK YANIMDA





YUFKA YÜREKLİLERLE ÇETİN YOLLAR AŞILMAZ
ÇÜNKÜ BU YOL KUTLUDUR GİDER TANRI DAĞINA.
HALBUKİ YOLDAŞINI BIRAKIP DÖNENLERİN
DEĞİŞİLİR TOPUDA BİR SOKAK KALTAĞINA




İSTER DÜŞÜN, KENDİNİ İSTER HAYALE KAPTIR
UZAR UZAR ÇÜNKÜ HİÇ SONU YOKTUR YOLLARIN
BAKARSIN ALDANMIŞSIN, GÖRDÜĞÜN BİR SERAPTIR
SEVİMLİ BİR HAYALE AÇILIRKEN KOLLARIN








EY DOĞUNUN ANLIMI SERİNLETEN RÜZGÂRI,
EY KARANLIKTA BANA ARKADAŞLIK EDEN AY!
ARZULARIM BİR OKTUR, AŞAR ULU DAĞLARI
DÜŞTÜĞÜ YER UZAKTA DİLEK ADLI BİR SARAY.







O SARAYDA BULUNCA TANRILAŞAN ERLERİ
ARTIK GÖZÜM ARKAYA BİR DAHA DÖNMEYECEK.
HEPSİ SUSSA DA KÜR’ŞAD UZATARAK ELİNİ:
“HOŞ GELDİN OĞLUM ATSIZ, KUTLU OLSUN!” DİYECEK.


12 Haziran 2010 Cumartesi

GÖNDERİLMEMİŞ ŞANTİYE MEKTUPLARI-ÖLÜM KUYUSU

Taliban ve Ölüm Kuyusu
28–11–2005 Kabul-Gardez Yolu İyileştirme Projesi.
Artık şantiyeyi kapatma aşamasındayız. Havalar soğudu, geceleri km 90 civarında eksi 8’lere kadar düşüyor sıcaklık. Sabah da saat onbire kadar beş derecenin üstüne çıkamıyor. Yani asfalt sermek iyice zorlaştı.

Geçen kıştan edindiğimiz tecrübe, bize, yolun geri kalan yapılmamış kısmının bakımını yapmaya şimdiden başlamazsak kışın çok daha zor ve acil bakım yapma zorunluluğu yaşayacağımızı öğretti.

Bu sebeple Gardez geçidinin kuzey tarafını, yani km. 101 ile çalışmalarını tamamlayacağımız 92. kilometre arasının bozulmuş satıh kısımlarını tamir etmeye, yağmur, sel, kar sularının akarak yırtması muhtemel dolgu şevlerini doldurarak takviye etmeye başladık.

Tabi bu çalışma sırasında yapılanların projeye aykırı olmaması, aynı zamanda da projeyi kolaylaştırıcı olması amacıyla, gereken kesitlerde yol platformunu sağlamak amacıyla ufak yarma işleri yapıyoruz.
Bu kesitlerden biriside 96+900 deki sağlı-sollu kaya yarma geçişi.
Aslında çok kısa bir geçiş, ancak güzergâhta bir mahmuz gibi çıkıntı yapan kayayı Ruslar patlatarak ve yararak geçmişler. Önünden dolaşmak olağanüstü dolgu gerektirecek lüzumsuz bir çalışma olurdu ve gereksiz bir yatay kurb oluştururdu, yani adamlar doğru olanı yapmışlar.
Bu güne kadar bu noktadan geçerken düşündüğüm, ya da düşünmem gereken bu olmuştu hep.
Ancak gözümden kaçmadığı halde çok da önemsemediğim bir şey vardı bu kaya geçişinde. Sağdaki yarmanın dibinde yani vadi tarafındaki şev dibinde, yol asfalt kaplamasının biraz üstünde bir mezar vardı.
Aslında bunun mezar olduğunu sanıyordum, fakat Afganistan’daki diğer mezarlardan farklı olarak bu mezarda dikili hiçbir uzun sırık, bu sırıklara özenle bağlanmış hiçbir renkli bez parçaları yoktu.
Özellikle şehitlerin mezarlarına bu sırıkları dikip, renkli ve kıymetli özel olarak hazırladıkları bezleri takıyorlar. Bizim “dede” veya “baba” dediğimiz kutsallık atfedilen mezarlarda bu bezler ve sırıklar daha da fazla oluyor.
 Ve yine, bu mezarı diğer mezarlardan ayıran bir başka dikkate değer konu, bunun beton derzli alçak bir taş duvar ile çevrelenmiş, üzerine de beton dökülmüş olmasıydı.
Gelip geçerken duranlardan, buranın mezar değil de derin bir kuyu olduğunu duyunca şaşırıp bunun zor bir ihtimal olduğunu düşündüm.  Burada kuyu olması için gereken sebepler yoktu. Her şeyden önce bir dik vadi duvarındaydı. Hemen yanı başı otuz metre kadar derinlikte sel sularının oluşturduğu dar bir yarık, bir sel yatağıydı ve eğimi oldukça dikti.
Yani, eğer suya ulaşmak için bir kuyu açmak isteseydiniz burayı seçmezdiniz. Çünkü suyun bulunduğu yerden otuz metre daha yüksekte bir kayayı delmeniz gerekecekti ve bu otuz metrenin sonunda ancak sel yatağı ile aynı kota inmiş olacaktınız. Elbette sel yatağında normalde su bulunmaz. Ancak yağmur sonrasında dağdan aşağıya doğru inmeye başlayan sular, ya da karlar eridikçe sızan sular buradan geçip giderler. Bu suların bir kısmı da doğal olarak zeminin içine sızar, belki bu yeraltına sızan suların oluşturduğu bir akıntı veya aşağılardaki geçirimsiz bir tabakanın üzerinde birikmiş bulunan suya ulaşılmış olunabilir.

Ama daha öncede dediğim gibi kuyuyu açmaya buradan değil de, sel yatağına daha yakın bir yerden başlamak gerekirdi. Üstelik Afganistan gibi hemen her işin insan ya da hayvan gücüyle yapıldığı, bizim görmeye, kullanmaya alışık olduğumuz gelişmiş makinelerin hiç birisin olmadığı zamanlar ve ortamlar söz konusuysa, böyle zorlu bir işe kalkışmak hiç akıllıca ve mantıklı gelmedi bana.
Zaten bizim çalışmalarımız sırasında yaptığımız patlatmalar bu civardaki yeraltı suyollarında değişikliklere sebep olmuş olabilirdi.
Özetle burada hem su yoktu, hem de suyun olması çok düşük ihtimal olan yere uzaktı.
Ayrıca bir diğer konu, şu anda iyileştirmeye çalıştığımız yolu işgalleri sırasında Ruslar yapmıştı. Bu yol motorlu araçlar (büyük ihtimalle SSCB ordusunun geçebilmesi) için dizayn edilmiş, gelişmiş bir yoldu. Yani boyuna eğimi, kurp yarıçapları, deverleri, enine eğimleri ile tasarlanmış, sıcak asfalt ile kaplanmış, oldukça iyi yapılmış bir temel tabakası bulunan bir yoldu.

Ancak bu dağlar yani Hindikuş Dağları çok eski zamanlardan beri devamlı üzerinden aşılan ticaret ve askeri yolları olan dağlardı. Gardez Geçidi’de bu yollardan biriydi mutlaka.

Biraz dikkat edince zaten eski güzergâhtan arta kalan kısımlar görülebiliyor. Bir arabanın geçebileceği genişlikte, yani en fazla üç metre genişlikte, çok daha fazla dik eğimleri olan, yüzseksen dereceye varan varyantlar oluşturan, yaya ve atlı, develi, eşekli katarların ancak geçebileceği bir yol varmış daha önce. Ve bu yol elbette şimdi kullanılan yeni yolla aynı güzergâhı paylaşmıyor, ancak bazı noktalarda kesiştiklerini görebilirsiniz.

Sonuçta demek istediğim şu; kuyu ya da mezar her ne ise bunun eskiden kalmış olması ihtimalini düşünürsek eski yol güzergâhında olması daha akla yatkın geliyor.
Ancak bu yeni yolun hemen yanında, yani yeni yol yapıldıktan sonra yapılmış olduğundan hiç kuşku yok. Yani bu eğer bir mezar yada kuyu ya da her ne ise….

Bir sabah ofiste, bir gün önceki günün çalışmaların raporlarını tanzim edip yeni çalışma günüyle ilgili son hazırlıkları yaparken, telsizden 96+900 civarında çalışma yapan ekip başı toprak işleri genel formenini anons etti.
“Kuyu dolmuyor, ne yapalım?”
Demek mezar veya kuyu, üzerindeki beton plakçığı kırmışlar ve dolduruyorlardı, doğrusu da buydu zaten. Ama soru ilginç….nasıl yani…. Ortalama yaklaşık 15–18 metreküp kazılmış toprak taşıyabilen kamyonlarımız en az 10 sefer yapmışlardır sabah işe başladıklarından beri. Yani yaklaşık 160 metreküp hafriyat demektir. Çapı; en kabadan 2 metre olsa bu kuyunun 160 metreküp dolgu alması için, derinliğinin yirmi, yirmiiki metre olması gerekir, normaldir.
Formen Hasan beni anons etti, “ne yapalım” diye.
Cevap “Hasan, normaldir, birkaç kamyon malzeme ile hemen dolar mı o kuyu, devam etsinler, geliyorum zaten bir saate kadar”.
“Anlaşıldı Timur bey..”




İşlerimi tamamladım, gerçektende bir saat kadar sonra pikabıma binip 96+900’e doğru hareket ettim. Bir yandan da kuyuda gerçekten su varmı diye merak ediyordum, eğer su varsa bir şekilde muhafaza edilip kullanılmaya müsait hale getirilebilirmiydi diye düşünüyordum. Orada arada sırada mola verip çay içtiğimiz olurdu, ama ne kuyu ne de çeşme yoktu civarda, acaba bu önemli konuyu atladık mı diye düşünüyordum.

Ama çalışma yerine vardığımda şaşkınlıktan ne yapacağımı şaşırdım.
Hiç de aklıma gelmeyecek bir durumla karşılaştım. Ne genişliği, ne derinliği görülebilen bir mağara vardı orada. Yani girişi bizim mezar ya da kuyu tahmin ettiğimiz bir tepe noktadan olan ve aşağılarda yok olan bir kara büyük boşluk.
Yol yapılırken dahi doldurulmamış ve üstü prefabrik beton plaklarla kapatılarak bir nevi köprü yapılarak geçilmiş bir büyük boşluk.

Özellikle derinliği çok merak uyandırıyordu. İçine attığımız taşların düşme sesini bazısında duyuyor, bazısında duymuyorduk.  Tahminim elli ila otuz metre arasında bir derinlik olabilirdi.
Şoförü şantiyeye gönderip iki bobin çırpı ipi aldırdım. İpin ucuna bir taş bağlayıp mağaranın boşluğuna sarkıttım. İpin gerginliği bittiği zaman elimde tuttuğum yerden keserek, toplamaya başladım. 
Topladığım ipi ölçünce 27~28 metre geldi. Tahminimden daha az çıktı. Bu sırada saha müh. Burak da geldi, telsiz konuşmalarını duymuş ve merak etmişti ne olduğunu. “El feneri var mı?” diye sordum, yoktu. Ama arabasında bir kitap vardı, onu getirdi. İpek Ongun’un bir kitabı. “Zaten bir şeye benzemiyordu” dedi.
Arabanın deposundan çektiğimiz motorinle kitabı ıslatarak yaktık ve iyice alevlenince delikten aşağıya attık. Kitap yanarak ve mağaranı duvarlarını üstünkörü ve çabucak aydınlatarak aşağıya düşmeye başladı.
Bize hayli uzun gelen bir düşüşten sonra nihayet durdu.
Kitabın aleviyle bir miktar aydınladı içerisi. En az 35 metre derinde görünüyordu alevler.
“Kitap yandığına göre içeride oksijen var” diye düşündüm. Çünkü yanımızdaki muhafızlar, daha önce içeriye iple sarkıtılan bir kedinin geriye çekildiğinde ölmüş olduğunu söylemişlerdi. Belki de ipi hayvanın boğazına bağladılar.
 
Aşağıda toprak ve kaya parçalarından başka bir şey görünmüyordu ki böyle olması çok normaldi. Çünkü az evvel kamyon kamyon malzeme doldurmuştuk oraya.
Ama ben söylentilerinde etkisinde kalarak iskelet parçaları görmeyi ummuştum.
Neden mi?
Çünkü burada çalışmaya başladığımız zaman, yakındaki kale gibi çevrilmiş evlerden gelen bir ihtiyar “Taliban burada yol keserdi, her gün 15~20 kişiyi öldürüp bu kuyuya atardı”  diye işçileri korkutmaya çalışmış. Hatta bazen öldürmeden canlı canlı attıkları da olmuş. Aslında para için öldürüyorlarmış yolcuları.
“Bu adam böyle kesin konuştuğuna göre muhakkak kendiside bu cinayetlerin içindeydi”  diye düşündüm. Yaşadığı yer buraya bir kilometre kadar uzaktaydı. Taliban rejimi yıkılalı birkaç sene olmuştu. Adam (genellikle yapılanın aksine) Rusları değil Taliban’ı suçluyordu. Burada olup biteni görmemesi, duymaması, bilmemesi mümkün değildi. Eğer o da bu işin içinde olmasaydı, onu da zaten çoktan öldürmüş olurlardı. Burada, yani Afganistan’da “Taliban kimdi, şimdi neredeler” diye sorduğunuzda “Taliban herkesti” cevabını alırsınız. Taliban hareketi, biraz yakından bakıldığında görülür ki bir etnik ağırlıklı bir harekettir, ideolojik ya da fundamentalist bir hareket değilmiş. Burada Taliban kisvesi altında yol kesip eşkıyalık, katillik yaptıkları muhakkaktı.

Kitabın yanmasında bir gariplik vardı. Alevler yukarıya doğru değil, aşağıya doğru uzuyordu.
Aşağıya ??? !!!!
Nasıl yani????
Biraz dikkat edince derinlik fazla da olsa bir hava akımının yukarıdan aşağıya doğru, görünmeyen bir boşluğa doğru alev ve mazot dumanını çektiğini fark ettik.
Evet, mağara daha da derine doğru gidiyordu, yanarak attığımız kitap ve ondan önce ucuna taş bağlayarak sarkıttığımız ip bir sahanlık üzerinde kalmıştı.
Burası göründüğünden daha derin bir mağaraymış, hatta görünmeyen bir derinlik.

Ama burada daha fazla oyalanamazdık.
Gelecek sezon tekrar bu boşluğu açıp, gerekirse ve yapabilirsek doldurmak, ama olmazsa başka bir çözüm üreterek üzerinden geçmek için, şimdilik kaydıyla üzerine büyük bir taş koyduk ve tamamen kapattık.
Olur ya, bir araba, bir çoban, bir hayvan düşer.
Artık kış geldi, yolun kar ve buzdan kapanmaması için bakım çalışmaları yapıyoruz.
Bu yol, belki de Büyük İskender’in Hindikuş Dağlarını aştığı yoldur. Buradan önce Pakistan’a (ki o zamanlar elbette Pakistan yoktu. Politikanın ve paradigmanın coğrafyayı değiştirdiğine, yeni coğrafi alanlar oluşturduğuna burada şahit olunabilir) sonra da Hindistan’a geçti.
İskender’den 2000 yıl sonra aynı amaçla Sovyetler Birliği bu dağları aştı. Hemen akabinde globalleşme, demokratikleşme, özgürleştirme idealleri peşinde Anglosaksonlar geldiler. Ve biz şimdi onlar için bu yolu tekrar yapıyoruz. İskender’in Yunanlılarının filleri ve süvarileri vardı. Ruslar ve Amerikalıların tankları, topları, zırhlı personel taşıyıcıları var. Hepsi de yola muhtaç.

Afganistan kesintisiz işgal edilmiş gibi tarih boyunca. Hindistan’ın zenginlikleri batılı eşkıyaları daima buraya çekmiş.
Evet, artık her taraf bembeyaz.
Şu anda ne Taliban ne de USA, beyaz soğukluk herkesi sindirmiş durumda.
Baharda tekrar geleceğiz……

25 Mayıs 2010 Salı

GÖNDERİLMEMİŞ ŞANTİYE MEKTUPLARI-AFGAN KADI'NIN ANLATTIKLARI

AFGAN KADI'NIN ANLATTIKLARI
Yeni gelen Türk çalışanlar yer darlığından yakınmaya başladılar. Formen ve ustalar neyse de ama mühendislerin kalacak yer konusunda rahat olmalarını sağlamak gerekli. Zaten zar zor ikna edip getirtebiliyoruz buraya.
Hiç unutmuyorum, Ali isminde bir inşaat mühendisi gelmişti. Proje müdürü bana gönderdi, “bi konuş bakalım, nasıl birisi, nerelerde değerlendirebiliriz” diye. Önce yerleşsin, kampı tanısın istedim. İki gün sonra çağırttım. Yanlış hatırlamıyorsam on yıl tecrübeli bir mühendisti. Özgeçmişi pek iç açıcı değildi, yani en azından yol tecrübesi yoktu. Ama sonuçta mühendisti. Bence bir inşaat mühendisi (elbette tecrübesi oranında) projesi olan her mühendislik yapısını yapabilecek kişidir, en azından ben bunu beklerim. Ali ile sohbetimizi onun şu cümlesi bitirmek durumunda bıraktı, “abi düştük bi kere buraya, ne yapalım artık dayanacaz…”.
Bu zorlu şartlara “düşmüş” ana kuzularını rahat ettirmek lazım, yoksa bir teknik personel sirkülâsyonunda iş çıkarmak, ilerlemek mümkün değil.
İdari amir ile konuştum neden yer sorunu oluyor diye. Çünkü bol miktarda prefabrik yatakhane binamız ve odamız vardı. Afgan personelin sayısının fazla olduğunu söyledi. Ama bendeki personel listelerinde sayı o kadar çok değildi. Biraz araştırınca, özellikle yerel kamyon şoförlerinin sayısının neredeyse iki katı olduğunu fark ettim. Mesela otuz kamyon varsa altmış şoför kampta kalıyor, yemek yiyor, yatak çarşafı, yorgan v.s. kullanıyor, banyolar tuvaletler daha fazla arıza yapıyor, daha fazla kullanılıyor. Hâlbuki kamp personelinin sürekli kullanması gerektiği kimlik kartları vardı. Bu karta sahip olmayan hiç kimse kamp nizamiyesinden giriş yapamazdı.


Bu konuyu araştırdığımda şu ilginç bilgiye ulaştım. Hemen her kamyon şoförünün bir yardımcısı vardı. Hatta yerel makine operatörlerinin bile yağcı, tamirci gibi tanımladığı bir yardımcısı vardı. Bu makine ve kamyonlarla yaptığımız anlaşmalarda, yalnızca bir kullanan personelin barındırılması ve yemeğinin verilmesi şartı olmasına rağmen neredeyse bu personel sayısı iki katına çıkmıştı. Bu ilave personele de kamp girişinde kimse bir şey demiyor, silahlı nöbetçiler onların giriş çıkışlarına müsaade ediyorlardı. İşin daha da ilginç tarafı kontrollük personeli (ki hemen hepsi İngiliz, Avustralyalı, Amerikalı filandılar ve Taliban’ın gerçek hedefi onlardılar, çelik yeleksiz tuvalete bile gitmezlerdi) bu durumu bildikleri halde herhangi bir tepki göstermiyorlardı. Biz Türk personel olarak kamp nizamiyesinden girip çıkarken kimlik v.s. gösterirken Afganlar ellerini kollarını sallaya sallaya geçip gidiyorlardı.

Kamp bir ara haftada bir gün periyodik olarak saldırı altında kalmaya başladı. Yakınımızdaki tepeye konuşlanan militanlar RPG veya havan saldırısında bulunuyorlardı. Güvenlik tedbirleri en üst düzeye çıkarılıyor, geceleri yataktan fırlayıp sığınak olarak yere gömdüğümüz çelik konteynırların önünde toplanıyorduk. Saldırıya karşılık olarak bizim muhafız birliğimiz de makineli tüfek ve tüfeklerle karşılık veriyordu.
Güvenlik konusu bu kadar hassasken kampa kontrol dışı kişilerin girip çıkmasının ne anlama geldiğini şoförleri toplayıp konuşunca anladım.

Kamp amirine yerel şoförlerin sadece kendilerine barınak, yemek v.s. hizmetler verileceğini, yardımcılarının kampa gece veya gündüz giremeyeceklerinin talimatını verdim.
Tepki ertesi gün hemen geldi. Şoförler bunu kabul etmemişler. Nizamiyeye kesin talimat verdim, şoförler içeri yalnız girecekler. Ben sonuçta şoförlerin bu talimata uyacaklarından emindim. Çünkü barınacak yerden öte, kamp güvenlik demekti. Taliban’ın veya ISAF güçlerinin ne zaman ne yapacakları hiç belli olmuyor. Aynı zamanda bedava yemek, elektrik, banyo demekti kamp. Ama şoförler yardımcılarından ayrılmaktansa kampa girmemeyi tercih ettiler. Kampın önünden geçen karayolunun kenarına park ettiler ve orada gecelemeye başladılar. Yemeklerini kampta yiyorlar, muhtemelen de fazladan aldıkları birkaç parça ekmek ve katığı dışarıya yardımcılarına götürüyorlar.
Kimdi bu kadar önemli olan yardımcılar?
Özellikle 1979’daki SSCB işgali ile başlayan direniş o yıllarda Türkiye’de komünizmle mücadele ettiği iddiasındaki bizim gibi gençler arasında çok popüler oldu. Bu olağanüstü bir durumdu. Bütün özgür dünyayı korkudan titreten muhteşem kızıl ordunun “paçavralar içerisinde”ki (“Koşuyorlar paçavralar içinde” diye başlayan bir şiir beni çok etkilemişti) Afgan Mücahitlerinin karşısında hezimete uğraması bizim tarafımızdan İslam’ın ve imanın kâfirler karşısında müjdelenmiş zaferlerinden birisiydi. Mesela Şah Ahmet Mesut neredeyse bizimde bir milli kahramanımız olacaktı. Kısacası Afganlar dünyanın en güçlü ordusunu dize getirmişler, bozguna uğratmışlardı. O yılların gençleri olarak zaten kanımız kaynıyor. Hatta birçoğumuz daha önce Filistin’e, Lübnan’a gidip emperyalist Siyonist düşmana ve arkasındaki batı desteğine karşı savaşmak için fırsat kolluyorduk ve şimdi Sovyet kızıl ordusu, Amerikalıların Vietnam’daki bozgunu benzeri bir bozguna uğramıştı. Yaser Arafat, Lübnan’daki mağlubiyetini büyük bir politik manevrayla zafere dönüştürmüş, Beyrut’tan muzaffer bir komutan ve zafer sahibi bir ordu olarak tahliye edilmişlerdi. Sovyetler Birliği Afganistan’da bozguna uğrayarak ricat etmekteydi. İslam’ın yükselişi başlamış mıydı yoksa? Kafamız biraz karışık olmasına rağmen biz Ülkücüler bu yükselişte yerimizi almak istiyorduk aslında. Afgan mücahitleri ne kadar büyük ve güzel insanlardı. Onlar gibi olabilirdik. Belki de onlar gibi olmalıydık. Aslında İslam Dergisi bu savaşa ve mücahitlere daha fazla sahip çıkıyordu. Ama olsun, mücahitler de Afgan Ülkücüleri sayılırlardı. Türkiye’de “Akıncılar” bazı yerlerde, Ülkücülere karşı eylemlerde bulunuyorlardı, hatta bazen komünistlerle beraber hareket ettikleri söyleniyordu. Mesela Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Akıncılar'la Ülkücü'ler kavga ediyordu. Ülkücülerin reisi  Azmi Hoca'nın Akıncıların başkanı Hasan Hüseyin Ceylan’ı nasıl dövdüğü, Şeker Yurdu’nun odalarında kahkahalarla anlatılıyordu. “Concon Yusuf” bu kavgayı dramatize edip tekrar tekrar anlatıyordu. Yani Akıncıların Afgan mücadelesine sahip çıkmaları garip geliyordu bize. Türkiye’de komünistlerle mücadele eden ülkücülere karşı olacaksın, ama Afganistan’da komünistlere karşı cihad eden mücahitlere sahip çıkacaksın, bu çelişki ve ikiyüzlülük görünüyordu bana hep.

İşte kafamdaki Afgan imajı buydu Afganistan’a gelene kadar.
……………………………………………….
Günlük şantiye toplantısında Proje Müdürü, Lowgar içindeki bir sokağın asfalt kaplama yapılıp yapılamayacağını araştırmamı istedi. Ertesi gün tarif edilen sokağa baktığımda buraya herhangi bir asfalt kaplama makinesinin girmesinin mümkün olamayacağını gördüm ve bu sonucu da müdüre bildirdim.
Bu olayın üzerinden çok geçmemişti, proje müdürü bana öğle yemeğine şantiyeye gelmememi, Lowgar’da yemeğe davet edildiğimizi söyledi. Kararlaştırdığımız saatte ana caddede buluştuk ve arabalarını takip edip bir evin önünde durduk. Ev daha önce kaplama yapılıp yapılamayacağını kontrol ettiğim sokaktaydı.
İçeri girdik, bizi büyük bir hürmet ve saygı ile karşıladılar. Bir odaya geçtiğimizde yere sofra hazırlanmıştı. Proje Müdürü, ev ve davet sahibiyle beni ve diğerlerini tercümanımız vasıtasıyla tanıştırdı. Lowgar Kadısı’nın evindeydik, kadı ve erkek kardeşi beraber sofraya oturdular, evin gençleri ve hizmetlileri olduğunu sandığım kişiler de gerekli servisleri yapıyorlardı. Tahmin edileceği gibi kesinlikle hiçbir kadın, kız bize görünmedi, ama bir yerlerden de bizi gözetlediklerine emindim.

Yemekler gerçekten iştah açıcıydı, meyveler tazeydi. Kısa sürede yemek faslı bitti ardından meyveler yenildi ve yeşil çay içilmeye başlandı.
Sohbet derinleşmeye başladı. Kadı’ya, Sovyet işgalini sordum. Güldü. Yaptığımız yol yaklaşık üçbin metre  yükseklikteki bir geçitle Hindikuş Dağları’nı aşıyordu. “O tepelerden yaya geçiyorduk” dedi. “… yaya ve sırtımızda çuvallarlar, ellerimizde sandıklarla Pakistan’dan silah ve mühimmat taşıyorduk”.
Bu olağanüstü bir çabaydı. Kışın birkaç metre kar altında kalan tepelerden zaten sürekli çığ düşüyor. Isı, rüzgârla birlikte eksi kırklara iniyor ve sırtınızda silah filan, gece vakti dağları aşıyorsunuz. Burada, Lowgar’da mücadele çok sert olmuş. “… Ruslar bir gün yolun üzerine insanları yatırdılar, yüzlerce insan vardı, erkek, kadın, çocuk herkes. Sonra tanklarla çiğnemeye başladılar, kaçanları vuruyorlardı. Kaçamayanlar ölüyordu. Şimdi yapmaya çalıştığınız şehirden geçen o yol, ezilmiş parçalanmış yüzlerce insanın kanıyla, etiyle çamur hamuru oldu ve tank paletleriyle yoğruldu”.
Dehşet içinde kaldık hepimiz. Kulplu su bardaklarına doldurulmuş yeşil çaylarımız boğazımızda yumruk olup kalmıştı. Kadı’nın anlattığı olayı hayal etmek bile mümkün değildi. Bahsettiği yerden günde belki on defa geçip gidiyorduk. Orayı kazıyor, dolduruyor, üzerinde yürüyor, iş makinelerini çalıştırıyorduk.
Bu yeşil çayda ne kadar sert bir şeydi böyle. Çay olmadığına eminim. Afganistan’a yeni geldiğim günlerde çay ikram edildiği bir gün sormuşlardı, “yeşil mi, siyah çay mı içersiniz?” diye. Tebessüm ederek “siyah elbette” demiştim. “Türkiye’de yeşil çayı kadınlar içer” demiştim. Garip bir şaşkınlıkla baktılar kaldılar bir an, sonra “burada da kadınlar siyah çayı içer” dediler ve kulplu su bardağıma koyu kekik suyu renkli yeşil çayımı doldurdular. İlk yudumdan sonra anladım ki bu çay filan değil bambaşka bir şeymiş. Daha sonra söylediler, içine bir miktar uyuşturucu benzeri toz da ilave edip demliyorlarmış, öyle sertti ki, boğazımdan hem de 15 dereceden daha sıcak olmayan 70–100 penetrasyon bitüm geçmişti sanki.
Ama şimdi o kahraman mücahitler neredeydiler?
Bunu sordum Kadı’ya. “Neden böyle konuştun, ne demek istedin?” dedi, tepkisiz bir şekilde.
 “Gördüklerim, müşahede ettiklerim farklı bir Afganlı portresi çiziyor. Bir kısmı çeşitli uyuşturucuların müptelası olmuş. Tembel ve iş bilmez haldeler. Bazıları işgal güçlerine yalakalık ve dalkavukluk yaparak hayatta tutunmaya çalışıyor.” Sustum, tercüman durakladı, bunu tercüme etmekten imtina etti bir an. Ama Kadı akıllı adam, kendi dilinde bir şeyler söyledi tercümana, onun da ne dediği veya demek istediği anlaşılıyordu elbette. Odada soğuk bir hava esmeye başladı, tercümanın tereddüdü geçti ve soruyu olduğu gibi çevirdi, kaçamak bakışlar atıyordu bana. Sorduğuma bir an pişman oldum. Sonuçta misafirliğinde bulunduğumuz güç sahibi bir adama saygısızlık yapmış olmak vardı. Kadı durakladı, sakalını sıvazladı. Karşısında duran kardeşine baktı.
Kardeşi yere bakıyordu. Konuşmaya başladı.
“Bu sorunun cevabı var elbette. Bu cevap acı, ama daha da acı olan bu durumu sizlerin fark etmiş olması ve aslında cevabı siz de biliyorsunuz, siz de yaşadınız bunu çünkü.”
Tercüman Kadı’nın anlayışlı ve yumuşak tavrından rahatlamıştı, ama bir o kadar da o ve biz bu cevaba şaşırmıştık. Biz ne biliyorduk, ne yaşamıştık?
Öncelikle şunu söylemeliyim, biz otuz yıldan fazladır sadece savaştık. Maalesef kimse meslek, sanat, iş öğrenecek zaman ve imkanı bulamadı” dedi kadı.
“Amerikan işgalinden hemen sonra, Amerikalıların yaptığı ilk icraat uyuşturucu ekimine izin vermek ardından da Kandahar’daki “genç erkek işçi pazarı”nın tekrar açılışına izin vermek oldu. Bu ikisi yasaktı, Taliban yasaklamıştı ve titizlikle yasağın takipçisiydiler.”
Merakla dinliyorduk, Kadı’nın anlattıklarından yerel tercümanımızın bile haberi yoktu anlaşılan, çünkü en az o da bizim kadar şaşırmıştı.
“Senin şantiyeden attığın o şoförlerin yardımcımız dedikleri sevgilileri işte genellikle o pazardan kiralanan oğlanlardır, iyi yaptın, ama Amerikalıları huzursuz ettin bunu da bil.”
Kadı bu konuyu nasıl öğrendi acaba? Şikâyet ettiler belki, ya da… elbette istihbarat yaptırıyor şantiyede.
“Ama başlık parasının beşbin dolarlara vardığı düşünülürse ve kadını bu kadar toplum dışına, sosyal hayattan uzağa atarsak erkek erkeğe kalıyoruz maalesef.”
Merak ve biraz da korkuyla kadıyı dinliyoruz. Kardeşi sanki bu durumdan rahatsızdı. Sanki özel konuların yabancılara anlatılması canını sıkıyordu.
Şimdi sorduğun sorunun cevabına gelelim, nerede o kahraman mücahitler?” dedi bana dönerek.
“Öldüler….” diye cevapladı kendi sorusunu. Kelimenin devamında bir cümle bekliyorduk, ama Kadı sustu, sakince çayından bir yudum aldı, meyvelerin içinden muza uzandı, yavaş yavaş soymaya başladı. Odada kimse konuşmuyordu, belki de Kadı ve kardeşinden başka nefes alan da yoktu. Muzdan bir parça ısırdı, çiğnedi çiğnedi ve yuttu.
“Sizin dedeleriniz nasıl önce Çanakkale’de ve daha sonra da Mustafa Paşa’nın izinde Özgürlük Savaşı’nda öldülerse bizimkiler de öyle öldüler. İsterseniz şehit oldular da diyebilirsiniz. Tabi şimdi siz Afganistan’da trafik kazasında bile ölenlere şehit denmesine şaşırıyorsunuzdur. Ama benim söylemek istediğim şehitlik bu değil elbette.”
Birbirimiz yüzüne bakıştık. Bu Kadı’da göründüğünden çok daha fazlası vardı.
“Vatanı için ölmeyi göze alabilecek bir erkek nasıl bir insandır?”
Merakla dinliyorduk Kadı’yı. Ne çay aklımızdaydı, ne de meyveler.
“Erdem sahibi, iyi insanlar vatanlarını severler ve vatanları uğrunda ölmeyi göze alırlar. Ne ambarımdaki mısırlar, buğdaylar, ne de damımdaki sığırlar, davarlar ve ne kuşağımdaki dolarlar,ne de evlatlarım  erdemimi tamamlamaz.”
Adamın ne demek istediğini anlıyordum.
“İyi insanlar ve erdemleri onlarla birlikte ölürken, onların sahip olduğuna sahip olmayan birçoğu hayatta kaldı ve kendinden sonra gelen nesle de kendi değerlerini aktardı. İşte Afganistan’da yaşayan birçok kişi, senin hayat tarzlarına şaşırdığın Afganlılar, sağ kalanlar ve onlardan sonra gelenlerdir.”
Birden başını kaldırdı, gözlerini gözlerime kilitledi, gayet sakin ama bir o kadar da üzgün, kırgın bir sesle konuştu. Tercüman son cümleyi çevirene kadar bakışlarını benden ayırmadı.
“Türkiye’de durum ne kadar farklı? Bizde, yani Afganlar da milletlerden bir milletiz, insanlardan farklı değiliz… Cevabını aldın mı?”
Başımı salladım, evet cevabımı çok iyi aldım. Bunu tercümanın çevirmesine gerek yoktu zaten.



3 Nisan 2010 Cumartesi

GÖNDERİLMEMİŞ ŞANTİYE MEKTUPLARI-ÖNYARGININ SEFALETİ YA DA ATEŞLİ BİR GECE - 1

ÖNYARGININ SEFALETİ YA DA ATEŞLİ BİR GECE - 1
Gece vardiyasını iptal ettik artık. Yağmurlar başladı sayılır. Zaten şantiyede para sıkıntısı da var. Makineleri uygun noktalarda toplatıyorum geceleri. Genellikle de ariyet ocaklarında toplanıyorlar. Kamyonlar ve diğer lastik tekerlekli makineler, paletli araçlara göre elbette daha fazla hareketli ve uzun mesafe gitmelerinde mahsur yok. Akşam olunca ariyet ocağındaki dozer ve paletli loaderlerin yanına gidiyorlar. Aynı zamanda güvenlikçilerin kontrol etmesi de daha kolay oluyor elbette.
Araçlardan motorin, motor yağı, hidrolik yağ çalınmasını her ne kadar tümüyle engelleyemesek de bu şekilde hırsızlığı azaltmayı başardık.
Vakit gece yarısından sonra olmuştu. MSN’ de sonuçsuz tartışmaların bunalttığı sıkıntılı anların birisindeyim. Uzaklardan gelen gök gürültülerini duyuyorum. Yağmur bulutu ne yapacağı belirsiz, ipini koparmış mayın gibi geziyor, yükünü nereye bir anda boşaltacağını anlayamıyorsun bile. Uyku tutmadı, verandaya çıktım, kanepeye oturdum. Uzakta çakan şimşekler bulutları flaş ışıkları gibi anlık aydınlatıyor, bulutların garip şekilleri gece karanlığında bir görünüp bir kayboluyorlar.
Can sıkıntım had safhada, uyumak mümkün değil. İçeri girip giyindim. Ariyet ocağındaki araçları ve bekçileri kontrol edeceğim. Bu saate ve böyle bir havada hiç beklemedikleri baskın olacak. Aslında benim için tehlikeli bir durum. Beni fidye için filan kaçırmaları ihtimal dâhilinde. Daha kötüsü, eğer bir hırsızlığın üzerine gidersem hırsızların ne yapacağı belli olmaz. Hırsızlar eğer sivilseler en fazla sopa bıçak taşıyorlar, ama eğer polis ya da asker iseler onlarda ya G–3, ya da M–16 var. Bazı polislerde AK–47 de gördüm. O zaman ne tepki verecekleri belli olmaz.
Otoparka gittim, çift kabin Toyota Pikap’ı çalıştırdım. Şantiye nizamiyesine yanaştım. Ses ve far ışığı kulübedeki nöbetçiyi uyandırdı. İçinden bana küfür ediyordur şimdi. Bu saate beyazlar genellikle karı-kız peşine giderler veya dönüyor olurlar. Adam benim keyfimden dolayı rahatsız edilmekten memnun olmamıştı elbette.
Onun beklemediği bir şey yaptım, arabadan inerek kulübesine yanaştım ve bekçibaşını çağırmasını söyledim. Uykulu hali ile aklını toparlaması uzun sürdü, tekrarladım istediğimi. Genelde bağıra çağıra kapıyı çabuk açmasını isterdik. Tek başıma gecenin bu saatinde araziye gitmeye tırsmıştım gerçekten. Yanıma bir iki güvenlikçi almadan gecenin bu saatinde araziye gitmek hiç de akıllıca değil yani.
Onbeş dakikalık bir yolculuktan sonra ariyet ocağına vardım. Yağmurun ıslattığı bölgelerden geçtim ama ariyet ocağında çamur filan yok. Bu iyi. Yarın kamyonların çamurla boğuşması gerekmeyecek. Dampere yapışan çamurlu toprak, kamyondan boşalma sırasında defalarca devrilmelerine sebep olmuştu.
Far ışığında kamyonlar ve makineler gündüz dizildikleri gibi görünüyorlar. Arabanın sesini ve ışığını gören bekçilerin çoktan ortaya çıkıp kendilerini göstermeleri gerekirdi. Ama kimseyi göremedim. Kesin derin uykudalar. İçecek bir şeyler bulursa sızıp kalıyorlar zaten. Ya da, gündüz başka işte çalıştıkları için gece uykusuzluğa dayanamıyorlar. Kulaklarının dibinde top patlasa uyanmıyor bazıları.
Ben böyle düşüncelerle ariyet ocağında arabayı döndürerek far ışığında bekçi ararken nihayet iki tanesi ortaya çıktı.
Bekçibaşına burada kaç kişi olduğunu sordum. Dört bekçinin olması gerektiğini söyledi. Haklıydım işte, iki bekçi işe gelmemişti bile, ama maaş günü muhasebenin önünde kuyruğa geçerler hemen.
Arabadan indim, hemen makine ve kamyonların sıralandığı tarafa yöneldim, el fenerimle araçların aralarını kontrol ediyorum, eğilip altlarına bakıyorum, hırsız varsa belki kaçamayıp saklanmıştır, ya da carkanlarını (25 lt.lik bidonlara bu adı vermişler) bırakıp saklanmışlardır, biz gidince dönüp almaya gelirler. Kimse yok, bir anormallik yok. Bu arada bekçibaşıyla konuşuyorum, bekçilere diğerlerinin nerede olduğunu sormasını istiyorum. Bekçibaşı İngilizce biliyor ama bekçiler yerel dil Hausa’yı konuşuyorlar sadece. Bekçi uzun uzun anlatıp arada da lastik tekerlekli Loader 966 Cat’i gösteriyor.
Hemen loaderin yanına gidiyorum hızlıca. Makineye bir şey olmuş olmasından korktum. Bir yandan da kızgınlıkla bağırıyorum artık, fakat İngilizce mi, Türkçe mi konuşuyorum bazen fark etmiyorum bile. Ama hangi dilde olursa olsun ortam, durum göz önüne alındığında kızgınlık ve öfke sözleri sarf ettiğimi anlamamak mümkün değil. Bekçibaşı da telaşla bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Ama adamın İngilizcesinin kötü olması, benim anlamamın zor olması ve de doğal olarak da adam Hausaca’dan da araya kelimeler sıkıştırması tam bir iletişim kargaşası ve telaşı çıkarıyor. Adamların asıl korkusu işlerinden olmak. Elbette atacağım bunları işten. Görev yerini terk etmiş bekçiler, bunun farkında olmayan bir Bekçibaşı, nasıl bir sonuç bekliyorlar ki? Hele bir de motorin ya da başka bir şeyin çalındığını tespit edersem hırsızlık suçlamasıyla polislere vereceğimi biliyorlar.  
Loader 966’nın yanına gidince şaşkınlıktan bir an dondum kaldım. Makinenin sağ ön lastiği en az birbuçuk metre parçalanarak yarılmıştı. Bu nasıl olabilirdi? Nasıl bir aletle bunu yapmışlardı? Herhalde palalarla yapmışlardı, ama o paslı eğri büğrü palaların bu lastiği kesmesi nasıl mümkün olmuştu ki? En önemlisi neden yapmışlardı? Demek giden iki bekçi bunu yaptı kaçtı, bu ikisi de kendilerini savunuyorlar şimdi. Ama neden böyle amaçsız ve zor bir şeyi yaptı bunlar şimdi? Lastiği çalmalarını anlarım, indirmelerini anlarım, ama parçalamak neden? Belki de makinenin operatörü çalışmak istemedi, biraz yatmak istedi, bekçilerden de akrabası filan varsa, birkaç Naira’ya yaptırdı bunu? Ya da en uzak ihtimal ama şirketten parasını alamayan birisi varsa intikam için yapmıştır. Diğer iki bekçi nerede peki, onların kaybolması anlamlı gelmiyor. Bunları düşünürken aynı zamanda bağırıp duruyorum, tehditler savuruyorum bekçilere, işten atacağımı, polislere vereceğimi filan söylüyorum.  Ama arada bekçibaşının yıldırım filan dediğini anladım. Ne yıldırımı yaa? Bunlar bu haltı yaptıktan sonra bir senaryo yazmışlardı muhakkak. Sakinleştim, anlat bakalım dedim adama.

GÖNDERİLMEMİŞ ŞANTİYE MEKTUPLARI-ÖNYARGININ SEFALETİ YA DA ATEŞLİ BİR GECE - 2

ÖNYARGININ SEFALETİ YA DA ATEŞLİ BİR GECE - 2
Bekçibaşı, ocaktaki bekçilerden öğrendiklerini anlatmaya başladı.
Yağmur yağacağını düşünen bekçiler araçların içlerine binmişler. İçlerinden birisi de, bu loadere binmiş, yağmur yağmamış ama loaderin üstüne yıldırım düşmüş, içindeki adam da alev almış yanmaya başlamış. Bu arada da loaderin lastiği yıldırım düştüğünde yarılarak patlamış.
Bu, burada anlatılacak en son hikâye olmalıydı herhalde. Ha ha ha dedim bağırarak. Hikâye anlatma bana, hikâye anlatma diye bağırdım. Ama adam ısrar ediyordu. Yanan bekçinin nerede olduğunu sordum. Köyüne göndermişler, yanında diğer bekçi de gitmiş. Onlara inanmadığımı, yalan söylediklerini söyledim. Beni ikna etmeye çalışıyorlardı. Hatta alev alan arkadaşlarının üzerine su döküp söndürdüklerini söylediler. Adamlar yalanlarında ısrarlıydılar ve senaryo da kendi kafalarınca tutarlıydı. Bana karanlıkta bir yeri göstermek istediler. İşaret ettikleri yere yürüdük. Toprak ıslanmıştı ve geniş yaprakları olan dal kırıkları vardı. Anlattıklarına göre makineden çıkardıkları arkadaşlarını buraya kadar sürüklemişler, üzerine su döküp yaprak ve dallarla vurarak söndürmüşler, sonra da buraya geldikleri arabalarının arkasına koyup köylerine götürmüşler.
İnanasım gelmiyordu böyle bir hikâyeye, ama sonuçta inanmaktan başka da bir seçeneğim yok görünüyordu, en azından bekçiler böyle düşünmüş olmalılar. Ama beni bu derece aptal yerine koymalarına müsaade etmemeye karlıydım. Zaten şantiyede MSN’de ki tartışmamızdan yeterince gerginim, bu da tuzu biberi oldu şimdi.
Köylerinin nerede olduğunu sordum. Tarif ettikleri yere daha önce hiç gitmemiştim. Zaten yol yapım güzergâhından fazla uzaklaşmamakta fayda var. Ormanın içinde yolu kaybetmenin yanında birde bu yarı vahşilerin ne yapacağı hiç belli olmaz. Biz beyazlar onlar için yürüyen dolarlarız zaten. Cebimizdeki beş dolar için bile kafamızı kesmekten hiç çekinmezler. Şimdi gecenin bu vaktinde oraya gidemeyeceğimi çok iyi biliyorlar. Sabah olduğunda ise sen sağ ben selamet. Ama yanlış biliyorsunuz bekimutunlar (Hausa dilinde siyah adam demek), bu baturi (Hausa dilinde beyaz adam demek) hiç tahmin edemeyeceğiniz bir şey yapacak. Tamam beni götürün o köye, yaralanan adamı görmek istiyorum dedim. Hiç itiraz etmediler. Hatta bekçibaşı bile itiraz etmedi. Ama tereddüt gösterip korkmanın zamanı değil. Yoksa beni savanda kesmeyi göze alırlar mı? Amaaan, ne olacaksa olur yaa.
Bindik pikaba, ben kullanıyorum. Beş dakika kadar bizim servis yolunda gittik, daha sonra köylülerin kullandığı bir patikaya saptık, aslında araç yolu değil, ama dört çeker pikap sayesinde yarım saat kadar gidebildik. Önümüzde duran eski bir kamyonetin arkasında biz de durmak zorunda kaldık. Yol bitmişti. Buradan sonra yürüyeceğimizi söyledi bekçibaşı. Pişman mı olmalıydım acaba? Geri dönmeyi düşünmeli miydim?
Önde bekçi, arkasında ben, arkamda bekçibaşı çalıların, ağaçların arasında ilerlemeye başladık. Biraz açıklık bir yerde durakladığımda ilerde belki dört beş kilometre ötede ışıklar fark ettim. Taş ocağımızı tanıdım. Şu anda bulunduğum yeri iyi kötü kestirebiliyordum artık. Koşmam, kaçmam gerekirse ne tarafım nehir, ne tarafım orman-savan, ne tarafım da taş ocağı bilebilirim yani. Tabi oraya kadar kaçabilirsem eğer. Ne kadar Yusuf varsa kulaklarında çanlar çalıyordur muhakkak şimdi.
Yürüyüşümüz devam ediyor. El fenerimi aralılarla yakıp söndürerek bastığım yerlere de dikkat ediyorum. Ayak bileğimi filan bükmekten çok özellikle yılanlardan sakınmaya çalışıyorum. Saatime baktım üçü geçiyordu.
Açıklığa geldiğimizde mumların ve bazı yağ kandillerinin ışıklarıyla karşılaştık. Köye gelmiştik. Gözlerim etrafa alıştı. Hafiften de yıldız ışığı görmeme yardımcı oluyordu.
Bekçi bir kulübenin önünde durdu, kapı boşluğunu örten bez parçasını eliyle kenara çekti ve içeriyi işaret etti. Şimdi bu karanlık kulübeye girmem mi gerekiyor? Tereddüdüm had safhada. Üçe, iki gibi boyutlarda, kerpiçten yapılmış, çatısı ağaç dalları ve yapraklarla kapatılmış tipik bir köy kulübesi. Yavaş adımlarla kapıdan geçtim. Fenerim yanıyor, etrafa hıla göz gezdirdim. İçeride bir eski kanepe var, üç kişilik olmalı. Başka hiçbir mobilya ya da eşya yok diye düşünürken duvarın dibinde hasır parçasının üzerinde bir portatif müzik seti gördüm. Hemen yanında da bir akü ve kablolar vardı. Ben içeride böyle dikilip penceresiz boş kulübeyi gözden geçirirken kanepede, üzeri battaniye ile örtülü yığın kıpırdandı ve bir ses bana hitaben “sorry master” dedi.
El fenerimin ışığı kanepenin üzerinde çıplak yatan adama kilitlendi kaldı. Hayatımda böyle bir şey görmedim. Adamın kafatasını görüyordum bembeyaz, anlına ve ensesine doğru derisi soyulmuş ve derisinin kenarları yanmıştı, kırmızı eti görünüyordu, belki de kanıyordu. Omuzları da aynı şekilde derisi yanmış ve pembe eti ortaya çıkmıştı. Aynı yanık karnında ve göbeğinde de vardı, ve derisi burada da soyulmuştu. Ne kadar süre öyle şaşkın kaldığımı bilmiyordum. Adamın inlemeleriyle kendime geldim tekrar. Hemen dışarı fırladım. Bekçibaşına arabanın anahtarını verdim ve arabayı muhakkak buraya getirmesini söyledim, adam da arkamdan kulübedeki manzarayı görmüştü zaten, koşarak gitti. Köylüler etrafımı çevirmiş bana bakıyorlardı. Birkaç ihtiyarın ilk defa beyaz gördüğünü sanıyorum, bana dokunarak kontrol ediyorlardı. Genç kızlardan birisine İngilizce beni anlayıp anlamadığını sordum. Anladığını söyleyince, içecek su getirmesini söyledim. Kendim için istediğimi sandılar önce ama suyu yararlı adama vermek isteyince etrafımdaki yaşlılar karşı çıktılar. Ben ısrarla adama suyu içirdim, biraz rahatladığını düşündüm. On dakika kadar sonra benim pikap hoplaya zıplaya geldi.
Yaralıyı arka koltuğa uzattık. Yakın akrabası olduğunu zannettiğim üç dört kişi de arkaya, kasaya doluştular. Sabaha karşı şehrin girişindeki bir özel hastaneye hızla girdik. Nöbetçi doktor olup olmadığını sordu bekçibaşı. Hemşirenin cevabı dumurlarda yatılıktı. Nöbetçi doktor varmış ama uyuyormuş ve uyandırılmamasını istemiş. Dolayısıyla sabahı beklememiz lazımmış.
Oradan hızla uzaklaştık, şehir içine girdik, sabah trafiği hareketlenmişti, bekçibaşının tarif etmesiyle devlet hastanesini kolayca buldum. Benim, yani bir beyazın yanında olması sebebi ile burada daha fazla ilgi gördü yaralı. Acil servise aldılar ve hemen tedaviye başladılar.
Hastaneden ayrılıp şantiyeye geldiğimde saat on olmuştu. Proje müdürüne durumu anlattım. İyi yapmışsın, git dinlen dedi.
Yattım uyudum.

  TOPLUMUMUZ ARTIK SADECE ERGENLERDEN OLUŞUYOR?*   “Çocuklar İktidarda” kitabının yazarı İsveçli Psikiyatrist David Eberhard, liberal ye...