9 Aralık 2007 Pazar

NAZAN ÖNCEL VE KOLOMB



NAZAN ÖNCEL ve KOLOMB
SEN YANIMDA OLUNCA SANKİ HAYAT ŞAHANE.
HİÇ BİR ÇEKİNCEM YOK BENİM.
TAKILMA BÖYLE ŞEYLERE.
BIRAK KONUŞSUNLAR YORULSUNLAR BİZ AŞKIMIZA BAKALIM.
BIRAK SEVİNSİNLER GÜLÜŞSÜNLER,BİZ AŞKIMIZA BAKALIM.
BİZE BİR ŞEY OLMAZ HİÇ BİR ŞEY OLMAZ BUNU UNUT BİR KERE.
BİZİM SONUMUZ VARMIŞ YOKMUŞ YOKSA DA KİME NE?
ELİNİ TUTAR YÜRÜRÜM YÜRÜRÜM BAŞKA İŞİM NE?
İSTER KAPRİS YAP, İSTER NENEM GİBİ ŞEKERLEME.
HER HALİN ÇOK SEVİLESİ,BAŞKALARINDAN BANA NE.
BIRAK KONUŞSUNLAR YORULSUNLAR BİZ AŞKIMIZA BAKALIM.BIRAK SEVİNSİNLER GÜLÜŞSÜNLER BİZ BİZE BAKALIM.
BİZE BİR ŞEY OLMAZ BİRŞEYCİK OLMAZ BUNU UNUT BİR KERE.
BİZİM SONUMUZ VARMIŞ YOKMUŞ YOKSA DA KİME NE?
ELİNİ TUTAR YÜRÜRÜM YÜRÜRÜM BAŞKA İŞİM NE?
BİZİM YOLUMUZ DARMIŞ ZORMUŞ YOKUŞMUŞ KİME NE.
BİZ AŞKIMIZA BAKALIM.
İspanya, 1490 yılları. Avrupa karışık. Bizans düşmüş, Konstantinapol Büyük Türk (Fatih Sultan Mehmet)'ün elinde. Ortaçağ henüz tüm karanlığı ile Batının ve Hıristiyanların üzerinde. Kilise otoritesi ve Hıristiyan öğretisine kimse karşı çıkamaz. Öyle bir dönem ki, din adına insanları kazıklara bağlayıp canlı olarak yakıyorlar. Bütün bilginin kaynağı din ve kilise. Onlar da, antik çağın pagan biliminin ötesine geçen bir bilgi üretebilmiş değiller zaten.
İşte böyle bir ortamın içinde, bir adam tutkuyla, ihtirasla bir düşünceyi savunuyor ve gerçekleştirmek için de yerleşik tüm otoriteyi karşısına alma cesaretini gösteriyor.
Kristof Kolomb. Hayatının tek amacı, onu yönlendiren ayakta tutan tek düşünce var.
CENNETİ FETHETMEK.
Batıdan giderek doğuya ulaşmak. Dünyanın hala düz kabul edildiği bir zamanda “batıdan giderek doğuya varılabilir, çünkü dünya zaten yuvarlaktır” demek, her an kilisenin öfkesini üzerine çekmek demektir.
Ama bu filmde bizim ilgilendiğimiz bu coğrafya veya engizisyon değil. Bizim bu filme ilgimizi Nazan Öncel çekti, bir Nazan Öncel şarkısı “BIRAK KONUŞSUNLAR”.
Karısının Kolomb’a nasıl baktığını fark ettiniz mi? Kolomb’a “tutkunun adamı” payesini verirken, karısının tutkusuna dikkat eder misiniz lütfen.
“Onur, altın ve tanrının zaferi için karanlıklar denizini aşmak” tan bahseden bir adam ve ihtirası.
“İnsan bilgisinin sınırların aşma” iddiasında olan bir adam.
Karısının bakışlarını fark ettiniz mi?
“Senin gideceğin sonsuzluk, bulacağın hazineler benim umurumda değil. Kraliçelerin sana hayranlığı, kralların gıpta etmesi beni hiç ilgilendirmiyor. Ben sana aşığım, seni seviyorum. Senin bedeninde ete ve kemiğe bürünmüş bu insanı seviyorum.”
İşte bunun bir parmak üstü “iman” dır. “Allah’a iman”dır. İşte bu gerçek sevgidir. Sorgusuz-sualsizdir, hatta karşılıklı bile olmayabilir. Bir erkek için bundan daha büyük dünya saadeti olabilir mi? Dünyada cenneti yaşamak değil de nedir bu? Artık o erkeğin önünde okyanus mu durabilirmiş, hangi rüzgâr yelkenini parçalar da onu durdurabilirmiş? Sıradağlar gibi dalgaları aşar, önüne kim çıkarsa adımından korkar kaçar. Bu güçle yapılamayacak hiçbir şey kalmaz. Ne mutludur o erkek... ne kadar da mutludur.
“Git” der kadını erkeğe. “Git... ben buradayım, ne zaman dönersen dön, ama mutlaka dön. Ben burada seni bekliyor olacağım. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap, sevgim, aşkım senin yanındadır. Burada, seni sonsuza kadar bekleyen bir kadın var. Unutma bunu... ve sakın üzgünüm deme bana, değilsin biliyorum. Kendin için seçtiğin hayatı yaşıyorsun, ben de seni seçtim.”
Haydi git, gidebilirsen!!!!!

19 Eylül 2007 Çarşamba

MUHENDiSLER, SATRANC


MÜHENDİSLER, SATRANÇ
Müteahhidin proje müdürü Erman Bey, taşeronlarının proje müdürü (aynı zamanda şantiye şefi ve saha mühendisi de olarak çalışan) Osman’ın sağ tarafına geldi ve dikilmeye başladı. Serme-sıkıştırma ekibi bir yandan ek yerini kesip temizliyor ve yapıştırıcı bitüm karışımına hazırlarken, aynı zamanda da finişerin son hazırlıklarını yapıp asfalt düzeltme tabakasını sermeye hazırlanıyorlardı. Asfaltı taşıyan kamyonlar henüz gelmemişlerdi, ama beş dakika sonra, birer birer konvoy halinde pistin ucundan piste girdiklerini görebileceklerdi. Çünkü asfalt plent operatörü Çetin, telsizle, arazi ekibinin hazır olup olmadığını sorarak, kamyonları göndermeye başlayacağını bildirmişti. Serme-sıkıştırma ekibi, telaşsız ama ne yaptığını bilen insanların tecrübeli çabukluğuyla bu günkü çalışma gecesinin rutin hazırlığını tamamlamak üzereydiler. Ekip, artık, yüzaltmış derece ortalama sıcaklıkta gelen sıcak karışımı (ki halk arasında asfalt olarak bilinir) Finişer ve silindirler vasıtasıyla serip sıkıştırmaya hazırdı.

—Nedir bu kargaşa böyle, neden doğru dürüst yapmıyorsun işini?
Diye azarlayarak sordu Erman Bey Osman’a,
“Bu aptal adamla nasıl götüreceğiz bu işi yaa?” diye aklından geçirdi Osman.
—Kargaşa filan yok Erman Bey, herkes işini yapıyor, merak etmeyin siz.
—Devamlı kontrol edeceksin, nerede eksiklik var, nerede aksama var anında müdahale edeceksin, mesela şu adam neden bekliyor...bak, oradaki adam o küregi almış nereye gidiyor?
—Yav Erman Bey satranç oynamıyoruz burada, sen merak etme hiçbir sorun filan yok!
Erman Bey, Osman’ın bu sert çıkışına çok bozuldu. Ama yapabileceği bir şey yoktu... Hayır vardı. Her zaman yaptığı gibi sesinin duyulmayacağı bir uzaklığa erişince telefonunu çıkardı, İstanbul’u, Osman’ın patronunu arayarak yıldırıcı şikâyetlerine tekrar başladı.

Erman bir inşaat mühendisi, Osman’da öyle. Ama aralarındaki mesleki anlayış farkı ne idi ve neden böyle idi?

Konu şu şekilde de soruya dönüştürülebilir. Aynı konuda aynı seviyede eğitim almış iki mühendisin, aynı projeyi uygulamada ve uygulama sırasında karşılaşılan sorunları çözme metotlarındaki taban tabana zıt olan yaklaşımlarının sebebi nedir?

Öncelikle bu iki yaklaşımı ortaya koymaya çalışalım.

İlk olarak; “Satranç nasıl oynanır?” Birçok kişi bilir bunu. Oyuncunun muhakkak bir stratejisi vardır. Ama her hamle, karşı tarafa mukabil hamle olarak birden çok alternatifi düşündürür. Her hamle yeni bir durum oluşturur, yeniden her şeyi düşünür değerlendirirsiniz. Dolayısıyla satrançta her adımınızı, oyunun her safhasında yeniden planlarsınız ve bu planınız, rakibinizin yapacağı hamle ile ya gerçekleşir ve ya gerçekleşmeyeceği için yeniden bir taktik belirlersiniz.

İkinci olarak; Mühendis kimdir? Bu sorunun kısa veya uzun birçok cevabı verilmiştir, hatta çok veciz ifadelerle artık bu sorunun sorulması gerekliliği bile ortadan kalkmış olabilir. Şöyle değiştirmek mümkün olabilir soruyu. İnşaat mühendisi işini nasıl yapar?
Bu sorunun cevabına genel-geçer uygulama açısından bakarsak, mühendis işini iki aşamada yapar. Bu aşamalar sırasıyla, tasarım ve uygulamadır. Mühendislik yapısının tamamlanmasına kadar geçen süreçte, her safhada bu iki davranış sırası bozulmadan, yani tasarla-uygula, sonraki adımda tekrar tasarla-uygula şeklinde ardışık devam eder, ta ki proje tamamlanana kadar.
Tasarımdan kastımız şudur: Genel anlamda mühendislik yapısının projelendirilmesi. Projenin şantiyede hayata geçirilmesi ise uygulama safhasını teşkil eder. Ama uygulama, ufak parçalara ayrılarak uygulama tasarımı-zaman ve iş programı şeklinde tasarlanır ve buna bağlı olarak da fiilen gerçekleştirilir. Yani bir menfez yapacaksanız, kalıp, demir ve beton uygulamasının zaman programını yapmanız lazımdır. Buna bağlı olarak kalıp malzemesi, donatı malzemesi ve beton için zaman ve personel programlarını yaparsınız. Bu konuda (silsile yolu ile) arazi mühendisine, sanat yapıları formenine talimatlarınızı verirsiniz. Demir atölyesine demir kesme programınızı gönderirsiniz, beton santralına da kalıp kurulmasından sonraki bir tarihte beton cins ve miktarını bildirirsiniz, gerekirse bu beton programına beton pompası ihtiyacınızı da eklersiniz. Bütün bunlar yapıldıktan sonra (yani bir saati kurmak gibi bir şeydir bu) uygulamaya geçilir ve uygulama dikkatle takip edilir, aksayan noktalarda müdahale edilerek programa eksenine dönüş sağlanır.
Uygulama tasarımınızı (zaman ve iş programınızı) bu süreç içerisinde karşılaşılabilecek her türlü sorun, engel ve diğer başka uygulama tasarımları ile kesişmeler dikkate alınarak aksamayacak şekilde yapmalısınız. Bu amaca ne kadar yaklaşmışsanız o kadar iyi mühendislik hizmeti göstermişsiniz demektir.
Günümüz mühendislik çalışması bu demektir.
Yapılan bir proje, o yapı ile ilgili bütün verileri işlemiş, her türlü sorunu çözmüş olmalıdır. Bu sorunlar zemin aşamasından, malzeme temin edilebilirliği, işçilik gerçekleştirilebilmesi, hukuki ve mali sorunların öngörülebilmesi anlamındadır genel olarak.
Arazide o projeyi uygulayanlar herhangi bir şekilde yorum yapmak mecburiyetinde olmamalı, proje bu imkânı onlara vermemelidir. Proje her anlamda tamam-tam-eksiksiz olmalıdır.

Bu iki tanımlamamadan sonra mukayeselerini yapabiliriz.

Endüstri çağı demek, bir başka tanımlamayla, standart ve ardışık olarak sonsuz bir üretim bandı kurmak ve işlemek demektir. Alwin Toffler’in dediği gibi, bu “ikinci dalga”dır. Günümüz mühendisleri tamamen endüstri çağının ve bu zihniyetin teknisyenleridir. Bir mühendis için, o mühendislik yapısının 1. En güvenilir şekilde 2. En kısa zamanda, 3. En ekonomik şekilde projelendirilmesi ve uygulanması esas olmalıdır. Ayrıca, eğer benzer bir proje veya aynı proje tekrarlanacaksa uygulama sırasında tutulan kayıtlar, bu ikinci projenin tasarlanması ve uygulanmasında veri olarak da kullanılacak şekilde olmalıdır.
Yani; Mühendis için sürpriz yoktur, önceden hesaba katılmamış, dikkate alınmamış veriler yoktur. Olmamalıdır veya en az seviyede bulunmalıdır.
Mühendis karşılaştığı her sorunda kafasını elleri arasına alarak çözüm üreten kişi değildir, olmamalıdır. Çünkü yaptığı iş ilk defa kendisi tarafından yapılan bir iş değildir. Tam tersine çok uzun süredir tekrar tekrar yapılan bir iştir. Hakkında her türlü bilginin okul, kitap, internet ortamında yoğun biçimde bulunduğu bir iştir. Mühendisin mesleki olarak karşılaşacağı bir sürpriz yoktur. Oluyorsa bu bir hatadır. Bu hata ya kendisinden kaynaklanmaktadır, ya da bir üstündeki şefinden-müdüründen kaynaklanmaktadır.
Kısaca; Projelendirilmiş bir işi uygularken satranç oynar gibi her aşamasını yeni başlıyormuş gibi düşünerek uygulamazsınız. Bir saat gibi çalışmanız gerekir.

Taşeronun proje müdürü Osman Çelik, her akşam ekipleri araziye çıkmadan önce, formenlerini ve ekip başlarını odasında toplayarak, makinelerin, malzemelerin ve personelin durumunu(arızalı makineler, hasta veya devamsız personel gibi) değerlendirmektedir. Bu değerlendirme sonucunda, toplantıdaki ara ve alt elemanların görüşleri de dikkate alınarak o gece yapılacak çalışmanın nasıl olacağına karar verir. Bundan sonra yapılacak şey, bu programın uygulanmasını sağlamaktan ibarettir. Elbette çalışma dikkatle takip edilir, ama çalışmanın her aşaması bellidir, herkes yapacağı işi bilmekte, oluşacak sorun(lar) karşısında uygulanacak çözümler bilinmektedir. Bu toplantıda alınan kararlar, bu işin ihale aşamasında hazırlanmış ve fiyat teklifine esas olan iş-zaman programına uygun taktik kararlardır, strateji elbette söz konusu bu plandır.

Buna mukabil, müteahhidin proje müdürü Erman Bey farklı bir yaklaşım ortaya koymaktadır. Ona göre her işçiye, her formen ve operatöre, her makineye sürekli müdahale ederek işi yönlendirmek gerekir.
Neden böyle düşünür Erman Nalbant ve onun benzerleri?
Böyle düşünürler, çünkü onlar mühendislik formasyonuna ulaşamamışlardır. Onun gibiler için mühendislik faaliyetleri, bir mühendislik yapısı ortaya çıkarmak değil, maddi ve manevi olarak çıkar sağlamak amacıyla yapılmalıdır. Bu sebeple mesleklerinin gereklerini yerine getirmemişlerdir. İnşaatın hangi alanında çalışırlarsa çalışmış olsunlar, teknik anlamda yetersizdirler. Çok iyi hakediş yapmakla övünürler. Sözleşme maddelerini ezberlercesine okurlar. Yönetmelik ve şartnamelerdeki açıkları bulup kendi çıkarlarına yorumlamak en büyük meziyetlerinden birisidir. Teknik Ofisçiliği yalnızca idare ile boğuşma ve onları atlatma alanı olarak görürler. Yani aslında onlar mühendis değil, müteahhiddir. Veya bu özelliklere bile sahip değillerdir, tesadüfler sonucunda mühendislik diplomasına sahip olmuşlardır. Okullarında öğrenemedikleri konuları meslek hayatlarında öğrenmeleri de mümkün değildir maalesef. Böyle tiplerin genellikle sık sık “okulda bir şey öğrenilmez, her şey çalışılarak şantiyede öğrenilir” dedikleri bir vecizeleri vardır. Tecrübî bilginin inkâr edilemez bir gerçekliliği ve gerekliliği vardır. Ancak teorisiz tecrübe, mühendislik formasyonuna dâhil değildir. Bu sebeple işleri planlamak onlar için mümkün değildir. Kendilerine göre geliştirdiğine inandıkları, iş idare metodunu da, işte bu şekilde, yapımın her aşamasına müdahil olma olarak algılarlar. Burada standart üretim mantığı, bant mantığı yoktur. Bir tarlaya, bir sebze bahçesine, bir sığır sürüsüne bakar gibi çözüm üretirsiniz. Bu tarzın her aşamasında, her sektöründe farklı özellikler, farklı sorunlar ve çözümler vardır. Bu birinci dalganın, tarım medeniyetinin üretim biçimidir. Ama birinci dalga maalesef yaklaşık 400 yıl önce ömrünü tamamlamıştır. Aydınlanma ve endüstri kültürü bu mühendis eskizlerini çoktan buruşturup çöp kutularına atmıştır.

Aslında bu yazı, ikinci dalgaya bir övgü yazısı değildi elbette.
Ama günümüzde mühendisler, lineer-analitik düşünce biçiminin en kristalize olmuş hallerinden birisidirler. Toplumumuzun, medeni olma çabalarında ve medeniyetin eriştiği seviyeyi yakalamasında, mühendisler çok önemli bir fonksiyonu üstlenmişlerdir. Okullar iyi mühendis yetiştirmeli ve bu mühendisler, pazarda, mühendis gibi mühendislik yapmaya zorlanmalıdır.
Ancak bu şekilde barbarlıktan kurtulup “Medineli” olabiliriz. Ve yine ancak bu şekilde “üçüncü dalganın” küresel belirleyicilerinden birisi olarak “fraktal mantığa” ve o muhteşem gerçek eşyaya doğru yolculuğumuza başlayabiliriz.

Mühendisler iyi satranç oynarlar mı?
Böyle bir istatistik var mı bilmiyorum, hatta iyi satranççıların mühendis olduklarını duymadım.
Ama iyi mühendislerin iyi satranç oynadıklarını zannediyorum.
Analiz ve çözüm üretmeye alışmış bir mantığın satranca uygun olduğunu düşünüyorum. Bu çelişkili bir durum gibi görünüyor.

13 Mayıs 2007 Pazar

KİTAP TANITIMI


"ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ"
Yazan: Amin MAALOUF
Çeviren: Mehmet Ali KILIÇBAY
Yayınlayan: TELOS YAYINCILIK
ISBN 975-545-092-0
2. BASKI Nisan–1998

Amin Maalouf; Benim için belki Necip Mahfuz’un devamı diyebileceğim bir yazardı, ilk okumaya başladığımda (hala yaşıyor mu bilmiyorum, ama yanlış da hatırlıyor olabilirim, yakın zamanda Paris’te öldüğünü okudum sanki bir gazetede).

Son dönemde özellikle Yapı Kredi Yayınlarından çıkarılan yarı belgesel tarihi romanları ile epeyce ilgi çekmişti. Yayıncının kim olduğu, aslında yazarın düşünce biçimi üzerinde bir ön fikir veriyor bence.

Ben Maalouf’un “ÖLÜMCÜL KİMLİKLER”ini okuyana kadar onu Necip Mahfuz’un çizgisinde, batıdan bakan bir doğulunun, ezilmişlik ve utanç duyguları içinde Ortadoğu’yu ve Doğu kültürünü anlatan bir “kültür değişimcisi” olduğunu düşünüyordum. Yakın tarihin dekorunda ve kişiliklerinde, Osmanlı etkisinde, özellikle (ve genellikle Arapların yaptığı olumsuz yaklaşımla) kültür değişmesi bağlamında sürükleyici romanlar yazmıştı. Belki “Semerkant” farklı gelebilir okuyucuya, ama Haçlı Seferlerini okuyunca Selçuklulara ve tabii ki Türk’lere olan ilgisini anlayabiliyoruz.

Doğulu aydınların, batı karşısındaki bu utangaç, mahcup ve ezik hallerini Batı Medeniyetinin görkemi karşısında, hayranlıktan donup kalmalarına bağlamak lazım elbette.

Medeniyetin gelişmesi ve evrimi de ayrı bir konu tabiî ki.

Konu birden Arapların Türklerle ilişkilerine kaymış gibi görünüyor.
Ama konu Haçlı Seferleri olunca bu kesinlikle kaçınılmaz bir durum.
Bir diğer kaçınılmaz durum da, Ortadoğu Araplarının tarihten hiç ders almadan bir daire üzerinde hayatlarına devam etmeleri gerçeği.
Bu konu; Amin MAALOUF, Türkler, Araplar üçgeninde bir medeniyet değişimi, yaklaşımı ve şuuru düzlemini taşıyan, konuya dönüşmeye başladı.
Ve maalesef kaçınılmaz biçimde, bu günkü Ortadoğu’ya, bitmeyen haçlı seferlerinin günümüzdeki tezahürüne geliveriyor.

“Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri iki yüzyıl (1096–1291) süren Haçlı Seferleri’ni ve Orta Doğu’daki Frenk işgalini anlatırken bu bölgenin güncel durumuna da ışık tutuyor…”

Kitabın arkasındaki tanıtım yazısı böyle başlıyor. Kitabın ana kaynağı Arap tarihçileri ve vakanüvisleri. Ama ayrıca bir dizi batılı (özellikle Fransız) kaynaktanda yararlanmış yazar.

Bu kitabı okuyunca aklıma kaçınılmaz olarak bir başka kitap daha geldi: "Vatansız Filistinli" (Hürriyet Yayınları), yanlış hatırlamıyorsam Abu İyad yazmıştı, (bir zamanlar El-Fetih gizli servisi başkanıydı, İsraillilerce öldürüldü. Münih Olimpiyat baskınından sorumlu tutulmuştu galiba) ve 1100 yılında Arapların içinde bulunduğu durum, hiç değişmeden günümüz Filistin davasında da aynı oldu. Şimdi de, yani Amerikan işgali sırasında da durum aynı.
Ama maalesef Şirkuh’un (Aslan) yeğeni Yusuf gelip kurtarmadı Arapları, Yahudilerden. Zaten bu mümkün olamazdı, çünkü onlara görev verecek Nureddin’de yoktu elbette.

Tarih ne ilginç, kuma gömdüğümüz başımızı biraz çıkarabilsek biraz geçmişe baksak, günümüz ve geleceğimiz karanlıktan bir nebzede olsa kurtulacak sanki.
Yusuf, yani bizim tanıdığımız adıyla Selahaddin Eyyübi. Bir Kürt komutanın, Şirkuh’un kardeşinin çocuğu, yeğeni yani. Ama Şirkuh’un amiri Nureddin, bir Selçuklu Emiri. Nureddin Haçlılara karşı koymada sürekli bir başarı sağlayan ilk emir. Onun görevlendirdiği Şirkuh ve yeğeni Yusuf da en başarılı savaşçılarından.
Bu kişilerin başlattığı direniş ve galibiyetler serisi daha sonra Memluklar’la devam edecek, sonuçta Haçlılar mağlup edilerek geri sürüleceklerdir.

Bütün bu mücadele sırasında Araplar (Abbasi Halifeliği ve bağlı emirlikleri) tıpkı Filistin davasında olduğu gibi, tıpkı Körfez Savaşlarında olduğu gibi öncelikle birbirleriyle mücadele edecekler ve elbette düşmanlarıyla işbirliği yapacaklardır.
Fakat garip bir durum var ki, nasıl yorumlanmalı, nasıl açıklanmalı bilemiyorum. Bundan 900 y.y. önce saldıranlar ve işgal edilip, katledilenler değişmedi. İslam yine aynı insanlar tarafından hor görülüp, hırpalanıyor. Ama o zaman Arapları ve İslam’ı Araplara rağmen koruyup kurtaranlar, yani Türkler ve Kürtler saf değiştirdiler. Türkler bunu “Muasır medeniyet dairesine” girmek adına yapıyorlar. Selahaddin Eyyübi’nin torunları ise ihanet olarak.
Lavrens’in peşinde, İngiliz altınları için Osmanlının, Anadolu çocuklarının kanlarını akıtanlar, kendilerine verilen kâğıttan taçların ve krallıkların geçici tantanası içinde hiç huzur bulamadılar ve bulamayacaklar. Çünkü egemenlik verilirse eğer, bir gün verenler onu geri alıverirler. Egemenlik hakkı bizim yaptığımız gibi söke söke alınır.

Burada, aslında belki Amin Maalouf’u da biraz mercek altına yatırmak lazımdı. Şimdilik onun hakkında “Avrupa Merkezli Standardizasyon Projesi”nin yılmaz, yorulmaz bir neferi demekle yetinelim.

Kitabı, Ortadoğu Sorununa sadece petrolün ve enerji kaynaklarına sahip olmak için Batının işgalciliği açısından değil de, buna çanak tutan bedevi kültürün kaçınılmaz sonuçlarından birisi olarak görmek adına okumanızı tavsiye ederim.
Bedevilik ve medenilik, her yerde ve her zaman karşımıza çıkan sorunumuz.

12 Mayıs 2007 Cumartesi

BİR SUÇ TEORİSİ-ŞİDDET GENİ


KÖTÜ TOHUM veya ŞİDDET GENİ

“Minority Report”. Türkçesi “Azınlık Raporu”. Size bir şeyler hatırlatıyor mu?
Bir kaç sene önce Tom Cruise’nin başrolünü oynadığı bilimkurgu filmi.
Kısaca konusu; üç tane mutantın* sadece şiddet içeren, şiddet uygulayan insanlarla ilgili kehanet görüntüleri görmesi. O günün gelişmiş teknolojisi, mutantların beyinlerinde oluşan bu gelecek ile ilgili görüntüleri, o beyinlerden alarak bilgisayar işlemcilerine ve ekranlarına aktarabiliyor. Böylece özel eğitilmiş güvenlik görevlileri suç işleyeceği kesin olan, ama bunu yapacağını henüz kendisinin bilmediği insanları, gelecekteki işleyecekleri suçlara istinaden tutuklayıp o günkü koşullara uygun hapishanelere ya da hücrelere koyarak cezalarını çektiriyorlar.

Hürriyet gazetesi yazarlarından Sevil ATASOY’u merak ve keyifle okuyanlardanım. Geçenlere okullardaki şiddeti ve birbirini öldüren genç hatta çocuk denilebilecek yaştaki insanlar arasında yükselen şiddeti konu alan bir yazısını yine aynı merakla okuyunca aşağıdaki düşünceler oluştu bende.

Özellikle okullardaki şiddet hareketleri aniden artmış görünüyor.
Şiddet toplumlarda her zaman, her ortamda çeşitli biçimde kendini göstermiştir. Bunun sebebini “insanın doğasında zaten şiddet vardır” şekline açıklamak, bu konudaki sonuçlardan biridir.
İnsan doğasında şiddet oluşturma varsa, bunun kaynağını bulup yok ederek dünyadaki şiddeti ortadan kaldırabilir(miy)iz.
İnsan yavruları daha doğmadan, annelerinin içindeyken, çeşitli sakatlıkları (eğer varsa) tespit edilebiliyor, onarılma ihtimalleri yoksa doğmalarına izin verilmeden imha ediliyor.
Şiddete yol açan unsurlar, eğer varsa, benzeri metotlarla tespit edilebilir ve caniler, katliamcılar daha doğmadan kaynağında yok edilir.
Barış içinde, huzurlu bir dünya oluşturarak, insanlığın imkânsız gibi görünen bir ideali, bir rüyası gerçekleştirilmiş olur böylece.

“Mi ?” Acaba ???

Şimdi şöyle bir sahne tasavvur edin. Savcı, mahkemede hâkime;
“efendim üç gün sonra Mehmet Bilmemkim isimli inşaat mühendisi, karısını, tartışma sonucunda bıçaklayarak öldürmüştür (hayır cümlede yanlışlık yok). Deliller “Murtaza-1” isimli mutant rüyacı-kâhinin kaydedilmiş hafıza görüntülerini içeren CD’de makamınıza sunulmuştur.”
Hâkim masasının üstüne koyduğu dizüstü bilgisayarına CD’yi takar ve Mehmet Bilmemkim isimli mühendisin, şiddetli bir tartışma sonucunda, iradesini kaybederek o anda masada bulunan ekmek bıçağını alarak karısına birkaç defa sapladığını soğukkanlılıkla seyreder.

Bu sırada konu katilimiz Mehmet Bilmemkim, hafta sonu olması sebebiyle, karısı ve iki çocuğunu almış, neşeli bir şekilde şehir dışına pikniğe gitmektedir. Bagajda mangal, kömürler, biftekler, köfteler… Ha, bir de üç gün sonra, gece yarısı karısını öldürmekte kullanacağı büyük ve keskin bir et bıçağı.

Hakim, deliler ve savcının talebi doğrultusunda çabuk bir şekilde kararını verir.
“Müstakbel katil Mehmet Bilmemkim, karısını şiddetli tahrik altında, bıçaklayarak öldüreceği suçundan 72 yıl süreyle sıvı hidrojen tüpünde gözetim altında tutulacaktır.”

Kırkiki yaşındaki (müstakbel) katilimiz Mehmet Bey, elinde yelpaze mangalı yakmaya çalışırken, bir anda etrafını saran polis özel kuvvet mangasını görünce dondu kaldı. Suçu ve karar yüzüne okunurken elleri ve ayakları plastik bant kelepçelerle bağlanıyordu. Karısı bu sırada kocasına lanetler okuyup ağlamaya başlamıştı bile.
- Bunu bana nasıl yaparsın hayvan herif ??!!!
Çocuklar annelerinin bacaklarına sarılmışlar cani babalarından korunmaya çalışıyorlardı. Ne trajedi……

Ama memleket bir katilden daha kurtuldu, üstelik suç işlenmeden… Hatta daha niyet bile edilmeden…

Ya da size daha yakın zamanda sinemalarda gösterilmiş bir başka filmden bahsedeyim. ADA. Bilim-Kurgu türünde hoş bir macera filmi. Dönemin zengin ve güçlüleri, hayatlarını daha fazla uzatabilmek için, bu işi yapan şirketlere yedek parçalarının siparişini veriyorlar, yani klonlarını, (kopyalarını) ürettiriyorlar. Film, daha sonra bir şekilde devam edip gidiyor işte. İnsan hakları, ahlak filan bir kısım moral değerlerin tartışılması…

Pekâlâ; birde şöyle düşünelim. Uzak ya da yakın gelecekte insanları birebir kopyalamak mümkün olacaksa, o zaman “ceza” kavramına yeni bir yaklaşım getirebilir miyiz acaba? Nasıl mı?
Şöyle düşünelim: Herhangi bir suçtan dolayı bir insanı mahkemede suçlu bulduk ve cezalandırdık. Bu ceza, hürriyeti sınırlı süreli veya süresiz kısıtlama şeklinde olabilir. Ya da, suçlunun yaşama hakkının iptal edilmesi şeklinde de olabilir. Ama artık gelişmiş teknoloji sayesinde biliyoruz ki bu şahıs, gerçekte, genetiğindeki suç geni olmasaydı suç işlemeyecekti. Yani bir bakıma suçlu kendisi değil, suç işlemek onun iradesi dışında oluşan bir şey. O doğuştan suçlu, (ya da yaradılıştan mı demeliyiz yoksa? Ama bu noktada farkediyoruz ki tartışmanın, konunun boyutları aniden geometrik bir şekilde arttı. Neyse… Biz bu son cümleyi, yani parantezimizden önceki cümleyi en azından şimdilik fazla kurcalamayalım) bu durumda kişi ne derecede suçundan sorumlu olacaktır? Çözüm önerisi şu olabilir: Suçluyu kopyalayalım (klonlayalım), ve bu işlem sırasında da suç genini silelim. Kişinin bütün hafızasını, alışkanlıklarını yani her şeyini de bu kopyaya aktarabiliyoruz zaten. Evet, bütün bunları yapınca suçlunun, elimizde suç işlemesi mümkün olmayan bir “tıpkı kopya”sı var artık. Bu durumda, suç işlemek mecburiyetinde olan aslını ortadan kaldırıp, bu masum kopyayı yerine koyarız. Mahkeme salonundan, evine geri dönen bir masum kişi. Ama aynı zamanda, işlenmiş bir suçun cezası da çekilmiştir.
Madem bu derece ilerlemiş bir bilim ve teknolojiye sahibiz, öyle ise suç geni taşıyanların suç işlemesini mi beklemeliyiz? Elbette hayır. Barış ve huzur dolu bir dünya için yapılacak şey artık apaçık önümüzde. Bütün insanları gen taramasından geçiriyoruz. Suç geni taşıyanları ayırıp kopyalıyor ve asıllarını imha ediyoruz.

Hayır, “Suç ve Ceza”yı yeniden yazmak değil amacım.

Ama önümdeki resimde, beyaz doktor önlüklerinin kollarında “gamalı haç” pazubantlarıyla bilim adamlarını görüyorum.

Barış ve huzur için katledilen insanlar.

Tamam, çok abartmayayım. Ama sizde kabul etmelisiniz ki bu Nazi Faşizminden de kara, kapkara bir kâbusun tarifidir.

“Suç Geni” iddiası, bence teknik bir sorundan ziyade ahlaki bir sorundur. İnanç sistemlerinin, paradigmalarının sürdürülmesi, geliştirilmesi temeline dayanan bir konudur.

Hıristiyanlığın ve İslam’ın günah-sevap, cennet-cehennem, hesap günü gibi temel olgularının bir tezahürüdür ve aslında çok da yeni değildir. Bu konuda felsefe akımları, tarikat öğretileri oluşturulmuştur.

İnsanın yapısında (fıtratında, doğasında) elbette şiddet dâhil birçok şey vardır. Hatta her şey vardır, olmuş olan her şeyden insanda bir miktar vardır. Ama bu “her şey”in içerisinde öyle bir “şey” vardır ki… İşte o, insanı insan yapan faktördür.

İRADE.

Şiddet genini bir hayvan için söyleyebilirsiniz. O yapısaldır diyebilirsiniz. Zaten yapısal olan bir şeyi nasıl sıra dışı, olağanüstü, iyi ya da kötü gibi kıymet hükümleriyle sınıflandırabilirsiniz? Bu eşyanın tabiatına aykırıdır zaten. Bir aslanı “katil” olarak cezalandırabilir misiniz? Ya da, beş dakika önce doğurduğu yavrusunu yiyerek karnını doyuran anne lepistes “cani ve sapık ve yamyam” bir balık mıdır?

Yazını gidişatı, bir başka mecraya kayıyor. Toparlamak lazım.

Bu “kötülük geni” teorisi insanlığı karanlık bir çağa götürebilecek kadar, tehlikeli bir yaklaşımdır.

Bu konunu temelinde “batı tarzı bilim yapmak" yatıyor. İstatistikleri, tabiat ya da sosyal kanunlar olarak takdim etmekten öteye gitme alışkanlığından kurtulamamış bir bilim anlayışı.
Güneşin, dün, önceki gün, geçen yüzyıl boyunca, geçen bin yıl boyunca, bilinen bütün dünya zamanı boyunca doğudan doğmuş olması, yarın sabah da mutlaka tekrar doğudan doğacağı anlamına gelmez. Bundan emin olmamızı sağlayan tek şey güneşin doğumuyla ilgili istatistiktir.

Nonlineer sistemleri bile henüz bilim olarak kabul etmekte zorlanan, Newton’u aşamamış, Einstein’a bunak deme cesaretin gösterebilmiş kısır beyinler.

Sanayi çağında değişen aile sistemi, yok edilen, aşağılanan moral değerler, insanı, üretim bandındaki bir parça olmaktan öteye koymamış batı kültürünün, geldiği bu noktada, toplumun, her yaş, sınıf ve seviyesinde meydana gelen şiddet, kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkmıştır.

Mutant: Mutasyon geçirmiş, mutasyona uğramış canlı. Evrim teorisi için, canlıların, süreç içerisinde, çevrelerine uyum sağlamak için değişim göstermelerini açıklamaya çalışıyor diyebiliriz çok kısaca. Ama bazen, bu uzun zamanda olan değişimler olağanüstü etkiler sonucunda çok kısa sürede oluşabiliyorlar. Ancak bu oluşumların şimdiye kadar pozitif yönde olduğu tespit edilebilmiş değil.
Ama batı propagandası, filmlerinde bu konuyu çok işlemektedir. Süpermen’in süperliği, bir başka dünyadan olmasıyla açıklanırken, diğer kahramanların süperliğinin izahı hep bir mutasyonla açıklanır. Örümcek adamı bir “haşarı örümcek” ısırmıştır. Bizi ısırsa kızartır, morartır. Ama Amerikan gencini ısırınca, olağanüstü güçlerle donatıyor. Hele son zamanlarda bir “Fantastik Dörtlü” efsanesi doğdu ki, akıllara zarar. Uzayda bilinmeyen bir “enerji dalgası”na maruz kalıyorlar ve olağanüstü yetenek ve özellikler kavuşuyorlar. Anlaşılmaz durum bu, Çernobil radyasyonuna maruz kalanlar ölüyor, kanser oluyor, hilkat garibesi çocuklar doğuruyorlar, ama söz konusu Amerikalılar olunca süper insanlar türüyor bunlardan. Sormadan edemiyorum,”kardeşim bu kadar süpersinizde yıllarca Vietnam’da, Lübnan’da, Irak’da neden böyle sürüngenleri oynuyorsunuz. Uçun gelin, alın kimi alacaksanız. Saddam, Esad, Ahmedinecan, Molla Ömer ve bilemediğim tüm düşmanlarınız, demokrasinizin ve insanlığınız düşmanları”

  TOPLUMUMUZ ARTIK SADECE ERGENLERDEN OLUŞUYOR?*   “Çocuklar İktidarda” kitabının yazarı İsveçli Psikiyatrist David Eberhard, liberal ye...